İÇİ BOŞALTILMIŞ KÖYLERİMİZ

Fikir Yazıları - Yusuf İPEKLİ yazdı

Küçüldük, küçüldü köylerimiz. Kalabalık gibi görünse de bacaları tütmeyen onlarca ev. Gösterişli, kırmızı kiremitlerle doğanın ortasında boy gösteren soğuk soğuk evler. Tavuğun bile beslenmediği bom boş avlular, bahçeler. Ahırı, avlusu, samanlığı olmayan yapılar.
Ruhsuz, ruhu donmuş basmakalıp yığınlar.
Üretimi terk etmiş, ekmeği, yoğurdu, sütü, peyniri, yumurtayı geçici araba bakkallarından satın alan köylülerimiz, köylerimiz.
Daha otuz kırk yıl öncesine kadar ekilip, biçilen alanlar. Her karışı alın teriyle sulanmış araziler.
Bulgurun, tarhananın, salçanın, pekmezin el emeği, göz nuruyla elde edildiği o güzelim yıllar nerede şimdi? Hangi görünmez el, hangi vicdansız yürek boynu bükük bıraktı güzelim köylerimizi?Oysa cumhuriyetin ilk yıllarında cehaletten kurtulmanın ilk yolunun köylüyü kalkındıırmaktan geçtiğini aklı başında herkes biliyordu. Bilinen bu gerçeğe göre eğitim politikaları oluşturuyor, modern tarım aletlerinin köye girmesine çaba harcanıyordu.
Her köye okul açılıyor, her köyde bayrak dalgalanıyordu. Köy çocuklarının okur yazar hale gelmesi hedef haline geliyor, bir büyük mesele olarak görülen bu hedefe ulaşmak için devletin kaynakları bu amaca hizmet ediyordu.Askere gidene kadar köyünden dışarı çıkmamış gençlerin bilinçlendirilmesi aklı başında her aydın için hayat memat meselesi olmuştu.Zira, köyler perişandı. İçme suyu yoktu köylerin bir çoğunda. Asbaplar çaylarda yıkanıyor, içme suyu testilerle çaylardan getiriliyordu. İnsanlar sırtlarında taşıdıkları taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyordu.
Bir çift öküzü olan köylü az çok ekip biçiyor, zaman zaman karnını doyuracak ekin bile kaldıramıyordu. Irgatlık bir kaç ay sürüyor, bir çoğunun harmanına kar bile yağıyordu.Evler derme çatmaydı. Aynı kapıdan insanlar ve hayvanlar birlikte içeri giriyor, iki gözlü eğreti yapının bir tarafında insanlar, diğer tarafında hayvanlar yaşıyordu. Ağıl ya da ahır ısınılacak en iyi mekânlardı.Toprak camlı evlerin bacası kırık bir testi parçası, camı basit bir naylon parçası idi.
Akşama kadar toprakla uğraşanlar ne yapsın gibi yapay bir gerekçeye dayandırılsa da soğuktan korunma, karanlıktan kurtulma gibi gerçek nedenlerle erken yatılırdı köylerde.İdare lambası ışığında hayatını sürdürmeye çalışırlar, onu da gaz yağı altın değerinde olduğu için fazla yakamazlardı. Yağsız aş pişirirler, pekmeze ekmek doğrarlardı. Bir tas sıcak tarhana içebilenler zemheri ayazında buram buram terleyerek çift bile sürebilirlerdi.
En güzel halayların çekildiği düğünler dört gün sürer, düğün için jandarmadan müsade alınırdı. Seymenler, bayrak dikimi, gelin getirme her biri herkes için ama özellikle çocuklar açısından büyük eğlenceydi.Resmî nikah pek aranmaz, izinname adı verilen evlenme vesikası yıllar yıllar sonra çok zorunlu hallerde çıkarılırdı. Mutlaka erkek çocuk aranır bulunamazss bazen kuma getirilir, oğlan çocuğu soyun sürdürücüsü olarak görünürdü. Çocuklara dedenin ebenin adı konur, oğlu olmayanlar kızlarına döne, döndü; çok çocuğu olanlar yeter gibi isim verirlerdi.Sahurda mutlaka yağlı çörek yapılır, ayran veya hoşaf eşliğinde bu çörekler yenir, çocuklar tekne orucu tutardı.
Jandarmadan yılarlar, karakola düşmekten çok korkarlardı. Onbaşı, çavuş, başçavuş adeta kraldı. Onların köylüye yaptıkları kulaktan kulağa yayılır, olaylar "derisini yüzmüşler" söylemleri eşliğinde şehir efsanesine dönüşürdü.Ulaşım aracı eşeklerdi. Bir kır, boz veya kara eşeği olanın ayağı yerden kesilir, köylü vatandaş eşeğine gözü gibi bakardı.Genellikle emmi, hâlâ, dayı, teyze çocukları birbirleriyle evlendirilir, ana babalar ihtiyarlıklarında akraba gelinlerin kendilerine iyi bakacaklarını düşünürlerdi. Bu yolla başlık parası da hesaplı olurdu.Damın arkası gurbet sayılırdı.
Çok çocuk sahibi olmak söz sahibi de olmak demekti. Çocuklardan biri az çok eker biçer, biri çoban durur, öteki koruculuk yapardı. Bileği güçlü olan rahat yaşardı. Bunun yolu da çocuklardan geçerdi. Doğumların önemli bir kısmı ana veya bebeğin ölümüyle sonuçlanırdı.
Dede ebe, oğlan gelin, torun torba birlikte yaşarlardı. Aynı sofraya otururlar, yavan yaşık ne varsa aynı siniye kaşık sallarlardı.Odalar faaldi. Uzun kış gecelerinde buraya toplanan insanlar belli bir adap içinde birbirini dinler, oyunlar çıkarır, mesel satarlardı.Her evde Osmanlı Rus Harbi, Balkan Harbi, 1. Cihan Savaşı, Çanakkale Savaşı veya Kurtuluş Savaşı şehidi, gazisi vardı. Özellikle gaziler savaş hatıralarını anlatır, gavurla ettikleri harbin coşkusunu an be an yeniden yaşarlar, yaşamayanlara o havayı yaşatırlardı.Bu hatıralar cumhuriyete bağlılığı pekiştirir, açlık, yoksulluk bir anda yerle yeksan olurdu.
İnsanlar bitle, pireyle, tahta kurusuyla mücadele ederlerdi. Üç beş yılda bir kıran gelir, önüne geleni alır götürürdü. Sıtma büyük sorundu. Yılda bir kaç kere sihhiyeler gelir, şablon bir tablo çıkarır, bu tabloda işaretlemeler yapar, bu kâğıdı giriş kapısının arkasına hamurla yapıştırırdı. Satırı bitince yeni bir kağıt işleme alınırdı.
Bir çoğu topaldı insanların, kara kuru, solgundu benizler. Baston modaydı adeta. Erkekler jilet veya ustra bulamadıkları için sakallıydı. Şapkalar kirli, eller / ayaklar nasırlı, gözler yılık, yaşam günlüktü.Çocuklar artık yer, oyuncaklarını kendileri yapar, erkek bebeler fistan giyer, ana babalar büyüklerine gelinlik yapardı. Kadınlar bir karış erkeğin önünü geçmez, çay denilen bir şey tanınmazdı, bilinmezdi. Yaşlı erkekler tütün sarar, genellikle çok eşli bir hayat hüküm sürerdi.Tuvalet yoktu. İnsanlar ihtiyaçlarını dere bıçıkta giderirdi. Çocukları yılda üç beş sefer sıcacık ahırda yıkarlardı.
Arkası kalesi olan mıkdar seçilir, mıkdar olan köyün derebeyi olurdu. Kimi evlerde bulunan altı pilli radyolar ancak ajans saatinde açılırdı.
Sık sık eşkıya hikayeleri anlatılır, cezaevi kaçaklarının kahramanlıkları dilden dile dolaşırdı.
Un erken biter, koyuna kuzuya yem yerine geven yedirilirdi. Odun, çalı bir kaç kilometre uzaktan kadınlarca sırtta şelekle getirilir, gücü olan amelelik yapardı.
Silah modaydı. Herkesin mutlaka kaçak bir tabancası veya tek kırması vardı. Düğünler bu silahlardan çıkan mermilerle savaş alanına dönerdi. Köpekler evlerin hem gece hem gündüz bekçisiydi.Kavgalar su, köpek ya da çocuk yüzünden çıkardı.Köyler de imece vardı. İmkanı olanlar ihtiyacı olanlara mutlaka borç verirdi.
Her köyde bir hatip veya molla vardı. Bunlar köyde oluşan husumetlerde devreye girer, sorunlara bir türlü bir çözüm bulurlardı.
Her bahar yağmur duasına çıkılır, burada edilen dualardan sonra hazırlanan yemekler hep birlikte yenirdi.
Bayramlar bayram gibi yaşanırdı. İnsanlar öncelikle aile büyükleriyle, sonra tüm köyle bayramlaşırdı. Çocuklar bayramlarda gönüllerince eğlenir arefe gecesi heyecandan uyuyamazlardı.Cenaze yasını tüm köylü birlikte tutardı. Radyo açılmazdı. Düğün yapılmazdı. Ağıtlar birlikte edilir, yasın derin üzüntüsü tüm yüreklerde aynı oranda hissedilirdi.İşte bütün bu olumsuzluklar yanında küçük güzelliklerin de yaşandığı manzaralar ortada iken cumhuriyet kalkınma hamlesine köylüden başladı. Bunun bir eğitim sorunu olduğu biliniyordu çünkü.
Köylü açıkça milletin efendisi olmalıydı.
Öğretmen gerekiyordu bunun için. Köyde cehaleti ortadan kaldıracak, kalkınma hamlesine önderlik edecek, geri kalmışlığın yok olması için ay yıldızlı bayrağı gururla dalgalandıracak örnek bir insan.Öğretmen bir yandan okuma yazma öğretecek, bir yandan ziraat mühendisliği yapacaktı. Bazen veteriner olacak, duvar örecek, köylüyü hastane ile buluşturacaktı.Kısa zamanda bu düşünce ütopik bir hayal olmaktan çıktı.
Her köye önce eğitmen sonra öğretmen atandı. Başlangıçta odalarda yapılan eğitim sonra okullar açılarak buraya taşındı.
Öğretmenler köyde kalıyor, köylünün düğününe, cenazesine iştirak ediyordu. Uygulama bahçeleri geliştiriyor, cumhuriyetin değerlerinin kökleşmesi için uğraşıp didiniyordu.Bu gelişmelerin doğal sonucu köy çocukları okumaya, yazmaya, düşünmeye, eleştirmeye başlamıştı. Kısa sürede elde edilen bu başarıları cihan şaşkınlıkla izliyor, bu gelişmelerden rahatsız olan kurmay heyetlerin (!) biri geliyor biri gidiyordu.
Garip işler oluyordu memlekette. Bir yandan köylülüğü ile övünerken öte yandan köylünün ocağına incir ağacı dikmekten çekinmiyorlardı.
Hani bugün büyük büyük makamlara gelenler yapmacık olduğu her hâlinden belli olarak, "Ben a ilinin b köyünden demirci Topal Ahmet'in oğluyum. Sizdenim sizden.", "Marangoz Memet derler babama. Ben devletin en başındaki şahsım ama babam hala marangoz.", "Davar da güttüm, sığır da. Utanayım mı?" diyorlar ya...
Bunları duydukça yoksulluğu, yokluğu, çaresizliği, biti, pireyi iliklerine kadar yaşamış biri olarak yerin dibine giriyorum.
Köylü okudukça fikir sahibi olmaya başlamış, fikir sahibi oldukça daha seçici olmuştu. Dün kendi adına başkaları karar verirken bugün tercih yapmaya başlamıştı.
Köyü kalkındırma hamlesi başarılı oluyordu. Üretim gelişiyor, bilinç düzeyi artıyor, körü körüne bağlılık yok oluyordu.
Öğretmenin mandolin çalmasından, akordiyon eşliğinde milli oyunları oynatmasından, bayramların coşkulu kutlanmasından, piyeslerin canlandırılmasından rahatsız oldular.Köylü köyü terk etmeliydi. Topraklar işlememeli, hayvan beslememeli, köyün aydınlık yüzü olan okullar kapanmalıydı. Öğretmenler sökülüp alınmalıydı köylerden, okullar kapansa da olurdu nasılsa.
Büyük bir göç başladı. Köyler hızla boşaldı. Köy okulları mezbelelik oldu. Taşımalı eğitim denilen bir ucube sistem yarattılar.
Şimdi evler var köylerde. İçinde insanın bir kaç ay ancak yaşadığı buz gibi evler. Ahırı, ağılı, kümesi, samanlığı olmayan, avlusu boş, çatısı gösterişli kiremitle döşenmiş şaşalı evler.Huzur var mı, yok. Mutluluk var mı, yok. Suratlar gülüyor mu, hayır.
Niye?Herkes yalnızlaştı çünkü. Yalnızlaşanlar bencilleşti. Bencillenenler ise tam onların dediği noktaya geldi, "Baba dokunmayan yılan bin yaşasın."
Düşünüyorum da içi boşaltılan köylerimizi görünce sadece içim acımıyor, üzülüyorum, sinirleniyorum, kızıyorum.
Ya siz!