Osmanlılarda Felsefe Geleneği var mıydı?

Fikir Yazıları - Doç.Dr. Muhammed ÖZDEMİR yazdı

Osmanlılarda Felsefe Geleneği Var mıydı?


Bir felsefe geleneğinin içerisinden gelmeyen birinin bu soruya tatmin edici bir cevap verebilmesi kolay değildir. Modern Osmanlılarda ve modern Türkiye’de tıpkı modern Britanyalıların deneyci gelenekleri, modern Fransızların akılcı gelenekleri ve çağdaş Amerikalıların deneyimci gelenekleri gibi özgün ve dünyaya yön veren bir felsefi gelenek söz konusu olmadığı için buradan birinin Osmanlıların modern öncesi zamanlarında bir felsefi geleneğin bulunup bulunmadığını teşhis etmesi çok zordur. Gelenek demek, kendinden önce felsefe kitaplarını okumuş ve okutmuş insanların arasında yetişmek ve kitaplardan edinilmiş tartışmalara tanık olmak demek değildir. Bu olsaydı her birimiz dünyanın önde gelen filozoflarından biri olabilirdik. Fakat sözgelimi Michel Foucault’nun oldukça yararlandığı Frantz Fanon’a önde gelen eserlerinde referans vermediği bir dünyada bizim yürüyecek daha çok yolumuz var demektir.


Son 10 yılda Osmanlılarda felsefe üzerine hatırı sayılır seviyede ve nicelikte çalışma yapıldı. Bunlardan bazılarını okuma ve yararlanma olanağım oldu. Türkçeye iyi niyetli çalışmalarıyla katkıda bulunan herkese teşekkür etmek isterim. 1990’larda Osmanlılarda şiire dayalı bir felsefi etkinliğin her daim var ola geldiği iddiaları vardı. 2000’lerde buna bilimsel faaliyetlerin bulunduğu ve 2010’larda mantık, kelâm, edebiyat, tehâfüt tartışmaları ve fıkıh usulü yoluyla felsefe yapılmış olduğu iddiaları eklendi. Osmanlılar derken 1774 yılından önceki Osmanlıları, felsefe yapmak derken de insanların bireysel ve toplumsal sorunlarının kuşatıcı kavramlar ve teoriler yoluyla çözümlendiği sistematik zihinsel faaliyetleri kastediyorum. Benim anlayabildiğim kadarıyla 1990’larda ve 2000’lerde “Osmanlılarda felsefe ve bilim vardı” önesürüşüne uygun söylemler üretilmeye çalışılmış. Fakat felsefenin, felsefi geleneğin, bilimin, bilimsel geleneğin ve genel olarak sistematik düşüncenin ne demek olduğu ve bunların nasıl yapılmış olabileceği üzerinde durulmamış. Her seferinde Mehmet Fuat Köprülü’nün antropolojik, Turhan Ilgaz ve Mehmet Ali Kılıçbay’ın bazı refleksif yorumlarına geri döndüren araştırma verileriyle karşılaşmak şaşırtıcı oluyor. Çünkü kat edilen mesafeyle ilgili görece karamsar izlenimler edinilebiliyor. Bence bunun nedeni Osmanlılarda felsefe ve bilimi çalışan araştırmacıların gerçek anlamda bir geleneğe ait olmamaları.


Peki, Türkçede nasıl bir felsefe geleneği oluşturulabilir de onun içerisinden yetişen insanlar bu geleneğe göre Osmanlılarda felsefeyi çalışabilirler? Benim verebileceğim cevap, Türkçede ancak eleştirel felsefe geleneklerinin vücuda getirilebileceğidir. Çünkü Türkiye çok uzun yüzyıllardan beridir dünyanın ekonomik, sosyal, siyasi, askeri ve kültürel merkezi konumunda değil. Bu konuma aday da değil. Bu iki özelliğe sahip toplumlarda sistematik veya yorumcu felsefe geleneklerini üretmek mümkündür. Nitekim İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’de bu nedenle sistematik ve yorumcu felsefe geleneklerine rastlanılabilmektedir. Ekonomik olarak ürettiğinden çok tüketen toplumlarda eleştirel felsefeler yapılabilir. Buna da dövünmemelidir. Her şey zamanla ve emek vererek olabilir. Kendilerine haksızlık etmek istemem, ama Avusturya, İtalya, İspanya ve Rusya’da çok uzun zamandır bu türden eleştirel düşünce girişimlerine tanık oluyoruz. Örneğin Finlandiyalı filozofları kaydadeğer buluyorum, ama onlarda birincilerin yorum felsefelerine denk gelebiliyoruz. Çin, Hindistan ve Japonya’da felsefi faaliyetlerin varlığını umuyorum. Çünkü Hindistan’da son 40 yıl içerisinde post-kolonyalizm ve tarihyazımı üzerinden kendini şekillendiren kayda değer bir eleştirel felsefe geleneği teşekkül ediyor gibi görünüyor. Türkçede yapılabilecek eleştirel bir felsefenin toplumsal alışkanlıklar nedeniyle yöneleceği iki değerlendirme içeriği görünüyor: Geçmiş tarih ve Batı toplumları. Bu iki eleştiri yönelimi zamanla kendi şimdiki zamanına dönerek asıl meselenin şimdiki zaman olduğunu ve bunda da acele edilmemesi gerektiğini kavrayarak yol alabilir.


Eleştirel felsefelerin tüm dünya tarihindeki en nitelikli örnekleri bence Protagoras, Ebû Hâmid el-Gazâlî, Friedrich Nietzsche ve postmodern kuramcılarda bulunabilir. Yukarıda belirttiğim üzere felsefe kitabını okuyup okutmak ve üzerine toplumsal gerçekliği göz ardı ederek yorum eklemek felsefi faaliyette bulunmak demek değildir. Ayrıca Osmanlılarla ilgili çalışmalarda felsefe yapmak ve felsefi gelenek tam da bu şekilde yani kitap okumak ve okutmak, geçmişteki bir tartışmayı sürdürmek şeklinde anlaşılmaktadır. Örnek verdiğim filozofların kitapları bu şekilde okunmamalı ve okutulmamalıdır. Filozofların kişisel yaşamlarına, iddialarına ve içerisinde yaşadıkları toplumların tarihsel gereksinimlerine inilmelidir. Sözgelimi 1944 Haziran-Eylül sürecinde gerçekleşen Normandiya çıkarması ile postmodern kuramlar arasında nasıl bir ilişki vardır? Protagoras’ın ailesinin sosyo-ekonomik durumuyla onun tartışmayı insana ve özdeşliğe itiraza bağlaması arasında bir ilişki var mıdır? Gazâlî’nin ekonomi, psikoloji ve ahlak felsefesinde güçlü bir vizyona sahip olmasıyla onun hakikat dediği şey arasındaki ilişki nedir? Nietzsche’nin Fransızca karşısında Almancaya karşı duyduğu utanç duygusu neyle ilgilidir? Her dört eleştirmen grubun da maddecilik denilebilecek bir vizyonu eleştirmeleri ile kendilerinin maddi gereksinimleri arasında bir ilişki var mıydı? Bunlar akla gelen ilk ve basit sorular. Bu sorular günümüzdeki herhangi bir felsefe öznesini de yeniden üretebilecek sorulardır. Bu sorulara verilebilecek cevaplarla eleştirel bir felsefeye doğru gerçekçi bir planlama yapılabilir. Bununla da hiç olmazsa Osmanlılarda eleştiri veya eleştiriye ne kadar gereksinim vardır sorusuyla başlayan bir Osmanlıya bakış teşekkül edebilir. Böyle bir tartışma 1950 sonrasında ve 1970’lerde denendi denilebilir. Bence denenen bu değildi. Denenen halk isyanlarını gerekçelendirebilecek bir şiir çerçevesi arayışıydı. Çünkü Fransız İhtilali fikri hâlâ çok fazla popülerdi. Bu arada keşke Fransız İhtilali fikri ile pozitivizm arasındaki konjonktürel fark netleştirilebilse de toplumsal olgular üzerine konuşmak pozitivizm zannedilmese!


Türkçede yapılan çalışmalarda hayat çok fazla ıskalanıyor. Modern Türkçede veya Ortaçağda İslam dünyasında felsefe var denilirken ortaya konulan ürünlerde de hep aynı eksiklik göze çarpıyor: Bugünkü gerçek hayat! Bundan daha hakiki ne var bilmiyorum. Bundan daha çok ne için felsefe yapılabilir bunu da bilmiyorum. Bu nedenle olsa gerek Osmanlıların son döneminde bile felsefe yapıldığını öne süren araştırmacı bir dostum Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarındaki hayatı felsefe içerisinde kalarak kavramsallaştırmayı denemişti. Bu iyi bir yönelim örneğiydi. Hayatın görünmediği bir felsefi etkinliği çağdaş Türkçede yapmaya çalışmak hiç değilse verimli olmaz. Örneğin Platon veya Aristoteles’in felsefeleri de hayatla iç içeydi. Ayrıca Platon özgür de değildi. Diyaloglarından anlaşılabildiği kadarıyla çevresindekilere güvenmiyordu. Çevresine güvenemeyen bir insan özgür değildir.


Osmanlılarda felsefe çalışılırken de mantık, şiir, fıkıh usulü, kelâm ve siyasetin etkileyici imajlarına sığınarak bunlar altında bir araya getirilebilen kitap okuma ve okutma etkinlikleri ya da Kâtip Çelebi’nin bazı olumsuz saptamaları yerine sıradan yaşamla kavramsal etütler arasındaki karşılıklılığı içeren düşünce çözümlemelerine yoğunlaşmak verimli olabilir. Bir insan kendinde olmayanı başkasında göremez, ama ihtiyaçlarından emin olabilirse başkalarının kendi ihtiyaçlarına ne tür çözümler ürettiğini bulabilir.