Dosto’ya Mektup
İşten gelir gelmez kendini yatağa atmıştı. Yorgundu. Üşüyordu. Battaniyeye sıkı sıkıya sarındı. İki saat sonra isteksizce uyandı. Açlığı bastırılamayacak bir hal almıştı. Ocağa makarna için su koydu. Çay suyunu da hazır etti. Üzerine bakındı. İş kıyafetleri kırışmıştı. Kendine kızdı. Bir de ütüyle uğraşacaktı şimdi. Ulan mal herif, dedi mırıldanarak. Ütü masasının üzerine bıraktı çıkardıklarını. Aynı yerden eşofmanını aldı, giyindi. Bilgisayara yöneldi. Biraz müzik kalabalıklaştırırdı odayı. Gözü bilgisayarın solundaki kitaba ilişti, altını çizdiği cümlelere: “… dışarı atılan herifi kıskandım; o derece kıskandım ki, ‘belki ben de birisiyle kavga ederim, beni de dışarı atarlar’ ümidiyle meyhaneye girip bilardo odasına sokuldum.”* Yine içi acıdı. Canı yandı. Önemsiz hissetti kendini. Düşkün, kimsesiz, zavallı. Bir tür yüzleşme yaşıyordu sanki. Bir ayna tutulmuştu kendine. Karaktere acıyordu, kendine acır gibi. Bu yazar onu hep rahatsız etmişti. Yine de hayrandı ona.
İçi üşümüştü. Ah şu Petersburg geceleri, dedi gülümseyerek. Lahana çorbası çekti canı, daha önce hiç içmemişti oysaki. Rus klasikleri zehirlenmesi yaşıyorum, diye ekledi. Elektrikli ısıtıcıyı çalıştırdı. Bir süre önünde ellerini ovuşturup ısıtmaya çalıştı.
Geçen yıl kırkını devirmişti. Ruh hali o zamandan bu yana belirgin biçimde değişiklik göstermişti. Bu yaş pişmanlıklar çağıydı belki de. Neyi başardıklarından çok, neleri başaramadığının muhasebesiyle geçiyordu günler. Varlığını gereksiz bir yük gibi görüyordu bazen. Köksüzleşmişti, yeni bir kök de salamamıştı bu şehirde. Kopup geldiği taşra eski bir hikâyeydi artık. Unutuşa bırakmıştı geçmişini. Hayatının bundan sonrasına dair de bir şey söyleyemiyordu. Yaşamaya çalışıyordu sadece. Hiç olmaya çalışmasa da hiçleşmenin eşiğindeydi. Kaybolmuştu.
İşinden nefret etmesine karşın ona mecburdu da. Bir yandan işinden kovulmayı o kadar çok arzuluyordu ki. Nefret ettiği, ama mecbur olduğu bir işe devam etmenin ağırlığını taşıyordu. Huzursuzdu. Kovsalar memnun olacaktı. Tazminatı verip de çıkarmaz ki bu çakallar, diye düşünürdü. Bazen yurt dışı hayalleri kuruyordu, bazen de Ege’de bir sahil kasabası. Gidemeyecek, yapamayacak olmak öfkesini arttırıyordu.
Odasında volta atmaya başladı. Beş adım böyle, altı adım şöyle. Kendini yorana kadar tekrarladı bunu. Yaşam alanı burasıydı. Sonra boy aynasının karşısına geçti. Kendini inceledi bir süre. Sıska bir vücut, düşük omuzlar, kamburlaşmış bir sırt, kelleşmeye başlamış bir kafa… Kendinde beğeneceği bir şey bulamıyordu. Gözlerini gözlerine dikti. Bu bedene sıkıştırıldığını düşündü. Bir hapishanedeydi belki de, beden hapishanesinde. Böyle olmayabilirdi, dedi. Daha ötelerde başka bir varoluşun hayalini kuruyordu. Bir yanlışlar yumağı olarak görürdü yaşamını. Keşke her şeye yeniden başlayabilsem, diye mırıldandı hüzünle. Kimseyle kolay kolay göz teması kuramazdı. Kendisiyle de kuramamıştı. Aynanın önünden çekildi. Acıktığını hatırladı.
Tabağına yer açıp masada yemeğini yedi. Birkaç bardak çay içti. Çaydanlığa su ekleyip ocağa koydu. Biraz kendine geldi. Kendi kalabalığı kendine yetiyordu. Müziği kapattı. Bin bir düşüncenin cirit attığı zihni yoruyordu artık onu. Kendine acıyordu. Çaresizdi. Dertleniyor, iç çekiyordu. Kitabın açık kalan sayfasına takıldı gözleri yine. Bilgisayarı önüne çekti. Biraz tereddütten sonra yazı programını açtı. Programı kapattı, yeniden açtı. Yine kapattı, sonra yeniden açtı. Beyaz ekrana takılı kaldı bir süre. Ne yazacağını, nasıl yazacağını bilemedi önce. Bir dostla yazışmak ister gibiydi. Sağalmaya ihtiyacı vardı. Cesaretini topladı, eli klavyede dolaşmaya başladı:
“Sevgili Fyodor Mihayloviç,
Eserlerinizde zavallı ve acınası olana takılıyor kafam. Sağlam bir matematikçi gibi ince ince işleyerek oluşturuyorsunuz karakterlerinizi. Zekânıza hayranım. Bir madencisiniz sanki kazdıkça kazıyorsunuz derinleri. Bu durum huzursuzluğumu arttırıyor, hayranlığımı da. Hastalıklı ruhum üşüyor, üşümem dallanıp budaklanıyor. Çırılçıplak kalıyorum. Neşteri nereye vuracağınızı iyi biliyorsunuz. Bu nedenle avucunuza düşüyorum ya. Kedinin fareyle oynağı gibi oynuyorsunuz benimle. Elinize düşmeyegöreyim. Alacağınız olsun.
Kendi zavallılığımı yüzüme yüzüme vuruyorsunuz. Karakterleriniz fazlasıyla gerçekçi. Yokmuş gibi davranılan, zavallı, eciş bücüş insanlar neden edebiyatın konusu olmasın, değil mi? Bu eksikliği taşıyan metinler nasıl da güdük kalıyor.
Ayna tutuyorsunuz sanki bana. Çirkinliklerim ayan beyan sırıtıyor. Kendime üç kuruşluk saygımı da kaybediyorum. Sizi yakın bir dostummuş gibi görüyorum bazen, yalnız bir o kadar da uzaklaşmak istiyorum sizden…”
Tabakasından bir sarma sigara daha çıkardı. Sayfalarca yazdı, durmamacasına. Küllük izmaritle dolmuştu. Sara nöbetine tutulmuştu sanki. Dönüşü olmayacak bir mektuptu bu. Adresi yoktu, muhatabı yaşamıyordu. Canı sıkıldı sonra. Başlarım Dosto’ya, diyerek sunturlu bir küfür savurdu. Dosyayı kaydetmeden kapattı. Çaydanlığa ilişti gözü. Çaydanlıkta su kalmamıştı, ocağı kapattı. Kendini yatağa attı yeniden. Ağlıyordu. Kaybolmuştu. Yalnızdı.
*Yeraltından Notlar
b.akkurt@yahoo.com