'Dişil İtiraz' Kitabı Üzerine Doç. Dr. Hatice Karakuş Öztürk İle Söyleşi

Fikir Yazıları - NirvanaSosyal soruyor Doç.Dr. Hatice Karakuş Öztürk yanıtlıyor

1. Kitabın en dikkat çekici kavramlarından biri “Pembe Taciz”. Pembe Taciz ne demek? Bize içerik ve literatür hakkında bilgi verir misiniz?

Kamu ve devlet sektöründe görev yapan kadınların, kadın çalışan ya da kadın yöneticilerden gördükleri mobbing davranışları “pembe taciz” şeklinde formüle edilmiştir. Biliyorsunuz mobbnig bir işyeri hastalığı olup bireyi işinden bezdirmekten başlayıp istifa sürecine kadar götüren bir süreçtir. Fransızlar bu süreci yavaş zehir olarak tanımlıyor. Bu çalışma, bu sürecin kadınlar arasında nasıl yaşandığına dair bir merakla kaleme alındı. Sahadan edinilen anlatılara göz attığımızda, kadınlar arasında oyunun kurallarının daha ser olduğunu söyleyebiliriz. Kadının ev ve iş hayatı arasında bırakılması ve bir tercihe zorlanması, iş hayatının aile hayatına zarar vereceğine dair düşüncelerin yaratılması, kadınlık vurgunun çokça öne çıkarılması, özel dönemlerin ki özellikle hamilelik sürecinin bir eksiklik ya da yetersizlik olarak formüle edilmesi ve sık sık karşımıza çıkan dedikodu mekanizmasının işler olması, özel hayatı ile dalga geçilmesi gibi kadın anlatıları öne çıkmıştır. Bu yönüyle kurumsallığı aşan bir şekilde kişisel zeminde ilerleyen mobbing hikayeleri vardır diyebiliriz. Bu süreci yıpratıcı hale getiren nedenlere göz attığımızda kadının sözleşmeli çalışması, bekar olması, hamilelik ve başarılı olmak gibi değişkenlerin var olduğu gözlenmiştir. Sürecin kurbanları olan kadınların psikolojik destek alma, özgüven yıkımı, tükenmişlik, bıkkınlık gibi duygu hallerine düştükleri de gözlenmiştir.

2. Kitapta kadın akademisyenlerin sorunları hakkında bilgiler veriyorsunuz. Akademi kadın olmanın ne gibi zorlukları var? Konuyu biraz açar mısınız?

Bu çalışma akademide kadınları görünmez kılan nedenlere odaklanmaktadır. Rakamlar üzerinden gidecek olursak, erkeklerin akademik hayata katılım oranı %51 iken kadınlarda bu sayı %49’dur. Kadınların sayısı akademinin ilk aşamasında yani araştırma görevliliğinde erkeklerle eşit hatta bazı bölümlerde daha fazla ancak akademik ilerleme gerçekleştikçe tıpkı delik bir borudan suyun sızması gibi kadınlar sistem dışı kalıyor. Doçentlik ve profesörlük gibi özellikli kadrolarda kadın sayısı gittikçe azalıyor. Delik boru da bu sürecin adlandırmasıdır. Literatür kadınların çoğunlukla alt kadrolarda yığıldığını göstermekte. Bu durum bir yönüyle bu kadroların diğer kadrolara göre daha güvencesiz, yükselme imkanı olmayan ve akademik hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan pozisyonlar olup, yardımcı ve destek kadro işlevi görmektedir. Ortaya çıkan bu tabloyu rakamlar da doğrulamaktadır. Şöyle ki bütün üniversiteler özelinde düşündüğümüzde kadın rektör oranı %8,3. 18 YÖK üyesinin sadece biri kadın. YÖK’ün verilerine göre profesörlerin sadece üçte biri kadın. 127 devlet üniversitesinin sadece beşinde kadın rektör var. Rakamlar kadınların akademiye girişten ziyade akademide ilerleyememe sorunsalına işaret etmektedir.

Kadınların zaman ayıramayacağı ya da etkin çalışamayacakları yönündeki kör inançlar bu verileri yaratıyor. Kadınlar rektörlüğe aday oluyor ancak seçilmiyor. Pek çok devlet kurumunda kadınlar “yardımcı” pozisyonunda yer alıyor. Mevcut duruma karşı kadınlar yönetmeye daha istekli olmalı ve sınırları zorlamalıdır.

3. Kadınlık-annelik ilişkisini irdeliyorsunuz. Annelik çelişkili bir olgu mudur? Annenin çocuğuna karşı olumsuz duygu ve düşünceleri var mı gerçekten?

Elbette annelik çelişkili bir olgu değil. Kadınların birçoğunun ihtiyaç duyduğu güçlü

bir duyguya karşılık gelmektedir. Bu çalışma farklı bir tezi işliyor esasında. Hamilelik ve sonrası kadın için yeni bir devrin başlangıcı gibidir. Erginlik dönemini tamamlayan kadın kendini dünyaya getirenin yerini alarak rol değişimi yaşıyor. Bir dönemin kuşağı olmaktan yeni bir kuşağın üyeliğine doğru bir yolculuk esasında bu. Bu dönem aynı zamanda kadının kendiyle olan mahrem karşılaşmasının da yaşandığı ender zamanlardır. Bu dönem endişe, çatışma, korku, kaygı gibi duyguların iç içe geçtiği bir dönemdir. Değişen beden, doğum korkusu, kadınlık kimliğinin bir süre askıya alınması ve nasıl bir anne olacağına yönelik kaygılı duygu hallerinin toplamına bağlı olarak, kadının yükü sadece karnındaki bebek değildir. Zihinsel olarak büyük bir düşüncenin de yükünü taşımaktadır. Bu değişimlerin toplamı en nihayetinde kadında duygusal taşmalara sebep olmaktadır. Bu ağır duyguların bir şekilde tolere edilmesi gerekiyor. Çünkü bu duygu taşkınlıkları kontrol edilmezse sevgi yerini mesafeye bırakabilir. İşte bu aşamada kadının imdadına ninniler, masal ve oyunlar yetişiyor. Korku, kaygı duyguları ile birlikte yorgunluk ve endişe yaşayan kadın, ninniler yoluyla içindeki duygu bozuklularını tedavi ediyor ve çocuğuna bu yolla ulaşıyor. Ninni ve masallarda geçen ifadeler yoluyla anne korkusunu bir anlamda maskeliyor ve korkunun yaratacağı olası taşkınlıkları dizginliyor, tahammül duygusunu denetliyor. Bu yönüyle ninniler ve masallar kadın için bir savunma mekanizması işlevi görüyor. Hamilelikten doğuma kadar geçen dönemde beliren kaygılar, ninniler ile tedavi edilerek, bebek ve anne arasında güvenli bağlanma sağlanıyor.

4. Kadın cinayetleri toplumsal cinsiyet tartışmalarında önemli bir mesele. Sizce bu konuda yasal mevzuat yeterli mi?

Kadın cinayetlerinin özgün bir tanımını yapmak ve bunu sıfır hoşgörü ile uygulamak önemli. Yasal mevzuatın yeterli olduğu durumlarda dahi alınan kararların kamu vicdanını yaraladığı bilinen bir gerçek. Her şeyden önce bu davalarda uygulanan indirimler düşündürücü. Zira cinayetlerin yorumlanmasında indirimlerin uygulanma şekli, hem kadını korkutuyor hem de çaresiz bırakıyor. İndirimleri pek çok suç türünde uygulayabilirsiniz ancak kadın cinayetlerinde erkekleri caydırıcı bir yoruma ihtiyaç var. Haksız tahrik indirimleri can yakma düşüncesinde olan erkeleri cesaretlendirmekte. Öte yandan hukuk mekanizması kadın cinayetlerini alelade bir suç değil de kadınlara karşı kasıtlı olarak işlenen bir eylem olarak yorumlamalı ve ona göre karar vermeli. En nihayetinde kadınlar sırf kadın oldukları için katlediliyor. İşte bu nedenle kadın cinayetleri kavramı literatüre girmeli. Bu anlamda kadın cinayetlerinin hukuksal olarak özgün bir tanımı yapılmalıdır. Ayrıca caza kanununda yapılacak bazı düzenlemeler ile, ceza kanunundaki gerekçelendirmelerin önüne geçmek mümkün olabilir. Kadın cinayeti davalarına müdahillik bir diğer önemli detay. İlgili dernek ve bakanlıkların süreci takip ettiğinin bilinmesi, sosyal hukuksal hassasiyetleri daha da artıracaktır. ŞÖNİM ve sığınaklar ile ilgili yapılacak yeni düzenlemeler de sürecin tamamlayıcı diğer adımları olacaktır. Son olarak şiddet meselesinde erkeğin rehabilite edilmesi önemli. Erkekler için de, olayın sıcaklığı geçene kadar sakinleşecekleri ve rehabilite edilecekleri sığınma evleri yapılabilir. Hukuk insanlarının kadına dair meselelerde eğitilmesi çok kritik. Davaların hukukçular tarafında yorumlanma şekli, bazen hukukçuları bile çilden çıkarabilmektedir. Son olarak kurumlar arası işbirliği, bu konuyla ilgili çalışma ve araştırma yapan bir bakanlığın varlığı çok yapıcı olacaktır.

5. Israrlı takip kavramı üzerinde durmuşsunuz. Kadınlık çalışmaları bakımından bu kavram neyi ifade ediyor, nasıl bir sosyolojiye karşılık geliyor?

Israrlı takip kadına yönelik şiddetin bir türü olup, şiddetin bir ön hazırlığı olarak düşünülebilir. Erkek şiddeti bir anda gerçekleşmiyor. Aslında bunun bir zihinsel hazırlığı var. Israrlı takip, erkeğin zihin dünyasında kadını zapt etmenin, kendi mülkiyetinde görmenin ve onu kontrol etme isteğinin ilk adımı olarak düşünülebilir. Erkekler evlilik nişanlılık ya da flört ilişkisi içinde olduğu kadınlarla sonu olmayan bir ilişki kuruyorlar. Kadın bu ilişkiyi bitiriyor ancak erkeğin dünyasında temas hala devam ediyor. Elbette bu düşünce yapısının pek çok sosyolojik gerekçesi var. Kadın yoluna devam etme ve bambaşka bir hikayenin peşinden gitmek istiyor. Ancak bunu yapan kadın arkasında bir gölge gibi erkeğin nefesini hissediyor. Erkekler biten bir ilişkinin sonrasında kadının yol almasını, yok sayılma olarak yorumluyor. Ve bunu istemiyor. İşte bu aşamadan itibaren ilk etapta, şiddet olmasa da bunun ön hazırlığı olan kadının erkek tarafından takip edilmesi süreci başlıyor. Israrlı takibi türlü şekillerde düşünebilirsiniz. Kadın, hangi şehirde yaşıyor?, komşusu kim?, nerde çalışıyor?, kaçta işe gidiyor?, kaçta işten çıkıyor?,, kimlerle arkadaşlık ediyor?, çocuğu okuldan kaçta alıyor? vs. Evliliğini sonlandırıp, sığınma evine yerleşen kadınlar da bu saplantılı erkekler tarafından ısrarla takip ediliyor. Erkekler bir şekilde ısrarlı takibi güvenlik önemlerime rağmen sığınma evlerine kadar götürüyorlar. Bir anlamda iz sürüyorlar. Amaç ise kadının türlü şekillerde canını yakmak. Onun işten çıkmasını sağlamak, sosyal çevresini daraltmak hatta en yaygın şekliyle ne yazık ki onu katletmek. Erkekler bu şekli ile kontrollü olmayan bir sevme biçimi ile kadını ve onun hayatını yok ediyor. İlişkinin tek taraflı ve saplantılı olması bu durumu yaratıyor diyebiliriz.