Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır *
Yusuf İPEKLİ
Öğrenen _emekli_ öğretmen
ipekli65@gmail.com
Şubat kar demekti, şubat dondurucu soğuk, ayaz, buz, tipi, fırtına demekti. Şubat yokluğun, yoksulluğun bir diğer adıydı.
Sıcak evimizde otururken odunu, kömürü, yakıtı, paltosu, mantosu, botu olmayanları düşünür, yiyenemez, içemez, uyuyamaz, düşünemez olurduk, üşürdük.
Bu şubat geçmişe fatiha okuttu desek, yalan / yanlış olmaz herhalde.
On koca il yıkıldı, hepimiz yıkıldık. Ölenle öldük, yaralı ile kafamız, kolumuz, bacağımız kırıldı. Geride kalanlarla ağıt yaktık, yasa durduk.
Ve dedik ki yürekten, ölümün bile değeri, normali, sıradan olanı varmış.
Ancak deprem sonrası yaşananlar acımızı ikiye, üçe, beşe katladı.
Hazırlıksızlık, koordinasyonsuzluk bir yana dillerden düşürülmeyen, "BÜYÜK DEVLET", "BİZİ KISKANIYORLAR" sözlerinin havanda su dövmekten başka bir anlamı olmadığını çok bedel ödeyerek ve malesef yaşayarak bir kere daha gördük.
Bundan daha vahimi ise deprem sonrası alınan kararların, dilden düşürülmeyen altı boş vaatlerin, sorunları öteleme gayretinin, zaman kazanma çabasının, ölüm üzerinden bile siyasi rant elde etme gayretinin tavan yapmasıydı.
Şimdi depremi yaşadık. Şiddeti yüksek, etkilediği alan büyük, insanlar çaresiz.
Anladık, anladık da örneğin eğitime ara vermek de neyin nesi?
Deprem bölgesini ayrı tutarak sormak istiyorum: "Kreşleri, ana okullarını, ilk okulları, liseleri iki hafta tatil etmek hangi 'özel' mantığın sonucu anlayabilmiş değilim? Arkasından üniversitelerin sezon sonuna kadar kapatılarak bana çokkkk uzak gelen uzaktan eğitime geçirilmesini ise hiç kavrayamadım.
Neymiş efendim, yurtlar depremzedelere açılarak geçici barınma hizmeti verecekmiş.
Allah aşkına Türkiye bu kadar çaresiz mi ki, yurtlara muhtaç hale geldik.
Bunun altında başka başka sebepler olsa gerek.
Kader diyerek bu işinden içinden sıyrılmak mümkün değil. Çünkü, "Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.*" felsefesinin aksine yirmi yıldır ülke hızla bilimden uzaklaştırılınca aklıma geldi...
"Kader kader derler, bu nasıl kader? ** / Kader bedelini hep garip öder?..."
Neyse devam edelim.
Depremle yakından ilgili olan coğrafya dersi haftada iki ders saatine hapsedilerek, eğer branş öğretmeni bulunanilirse sadece 9 ve 10. sınıflarda okutulmaya (!) başlandı. Gerisini seçmeli yaptık. Oysa bu derslerde deprem, erozyon, sel, çığ, kasırga, kar, yağmur, dolu, sanayi, nüfus sıklığı, iklim, bitki örtüsü, sanayi gibi insan hayatı için olmazsa olmaz konuları öğrenir, öğretirdik. "Deprem değil bina öldürür.***" derdik, şiirler yazar, dramatize yapar, münazaralar düzenlerdik. Keyifliydi, keyif alırdık.
Ahlak dersi, kocaman Türkçe'nin okuma ve yazmaya indirgenmesi gibi din kültürü adı altında zerreye dönüştü. Dini baskı çoğaldıkça ahlaksızlık yoğunlaştı. Dini vakıf, dernek, cemaat gibi oluşumlarda yaşananlar gün yüzüne çıktıkça değerler aşındı. Düşünsenize Manisa'da bir hatsiz, "işte ben istedim de deprem doğuya gitti" diyebiliyor, bununla ilgili inceleme yapılmıyor, kovuşturma yapılmıyor, üstelik bu ahlak dışı söyleme onlarca destek gelebiliyor. Gülüyorum, az daha üflese deprem sınır dışına bile çıkabilirmiş.
Diğer taraftan, Atatürk'ün, "Benim manevi mirasım bilim ve akıldır, hayatta en hakiki mürşit ilimdir." ilkesinin yerini dini konuları içeren dersler aldı. Din gibi hassas bir konu ile insanları susturmayı, koşulsuz kabulü, büyük bir arka bahçe oluşturmayı amaçladılar, başardılar. Oysa din de akıl diyordu, din de fikir diyordu. Bu gerçeği bile bile hükümeti oluşturan partinin yetkili bir üyesi 'eğitim seviyesinin yoğunlaştığı yerlerde oylarımız azalıyor' demedi mi? Akıl kayıp, fikir üretmek ayıp mı, ayıp...
Olayı açalım.
Aslında okulları kapatmak; soru(n)lardan kaçıştır. "Deprem için ne yapıldı, niye yapılmadı; imar afları kime hizmet etti; deprem vergileri kimin cebine, nasıl girdi; bilim insanlarının raporları ne oldu; depremden korunmak için neler, niçin yapılmadı?" gibi soru(n)larla niye muhatap olsunlar ki, kapatıp kurtulurlar. "Bunca yıkım varken üstelik ekonomi zaten alt üst olmuşken bir de okullarla mı uğraşalım?" düşüncesi okulların kapatılmasına sebep oldu.
Okulları kapatmak bilimden ve gençlikten korkudur. Bir araya gelen gençlik elbette konuşacak, sorgulayacak, eleştirecek, yüksek sesle düşünecektir. Duyarlı hocalar tartışma platformu açacak, gençliğe öncülük edecek, gençlik ise gereğini yapacaktır. Çünkü üniversite kampüsün / dersliğin dışında çok şeydir. Bütün bunlar karşısında suçunu çok iyi bilen zihniyet de fiili durumun farkına varıp kendine göre lokal çözüm bulmuştur, "kapat gitsin". Ancak şunu biliyoruz ki gençlik ne yapar eder bir araya gelir ve sesini yükseltir, gereğini yapar. Onlardan korkmaya gerek yok. Çünkü, türkü söyleyenlerden, acıyı bal eyleyip gülümseyenlerden, aşkı ve özgürlüğü selamlayan
uçurtmalardan zarar gelmediği gibi öğrenenlerden de asla zarar gelmez.
Kılıf hazır olduğuna göre okulları kapatmak kolaycılıktır. Sorunu görmezden gelmektir. Depremin yıkımını bir başka noktaya kaydırarak gündem yaratma olayından başka bir şey değildir.
Okulları kapatmak öğrenmeyi (eng)ellemektir. Zira biliyoruz ki Atatürk çok zor koşullarda, bin bir imkansızlık içinde kurtuluş ve kuruluş mücadelesi verirken bile eğitim ve ekonomiyle yakından ilgilenmiş, bu iki konuda asla taviz vermemiştir. Türkiye büyük bir ülke olduğuna göre -halk bunu dayanışma ruhu ile ispatlamıştır- felaketi fırsata dönüştürmekten niye kaçınılmıştır?
Bir de şeytanın avukatlığını yapayım mı?
Peki!
Eğer yapılırsa seçim var ya, ikamet meselesi yani. Gençler ikamet almayı akıl etmesin ki oy da kullan(a)masınlar.
Şimdi işim gereği özel çocuklarla çalışıyorum. Geçtiğimiz hafta deprem konusuna yoğunlaşınca gördüm ki, çocuklar depremi bilmiyor. Depremden korkuyorlar. Uyuyamıyorlar, titreyerek altına kaçıranlar var. Çıt sesiyle bile yerlerinden fırlıyorlar.
Konuyu ele alınca rahatladıklarını gördüm. Deprem çantası fikri akıllarına yattı. Depremden korunmak gerektiğiyle ilgili soru işaretleri oluştu. Değerli metinler bile yazdılar.
İşe bu açıdan bakınca üniversiteleri tatil etme yerine uygulamalı eğitim yoluyla kriz fırsata dönüştürülebilirdi.
Çadırları ile birlikte deprem bölgesine giden hukuk hocası delil ne demektir, iddia nedir, ispat, savunma, ihlal, istismar, yağma, güvenlik, iş birliği gibi kavramları uygulamalı öğretebilirdi. Tıp hocası, yaralı, serum, depremzede, ilk yardım, kırık - çıkık, açık yara, salgın hastalık, halk sağlığı gibi konularda ders yapabilirdi. Psikoloğun, veterinerin eline fırsat geçerdi. Fiili durum yer bilimci için büyük ve anlamlı hizmetler sunardı. İnşaat mühendisi, makine mühendisi, maden mühendisi, çevre mühendisi teoriyi pratiğe dönüştürürdü.
Üstelik fiili durum zorluklarla mücadele azmi de kazandırmaz mıydı? İyileştirmenin yalnızlaş(tır)makla gerçekleşmeyeceğini, topluluk üyesi olmakla doğru orantılı olduğunu bilmeyen var mı?
Benimkisi de iş işte! İki yıl pandemiden dolayı uzaktan eğitim, şimdi depremden dolayı uzaktan eğitim, dört yılı bir buçuk yılda bitir gitsin. Nasıl olsa hemen her ilde lise düzeyinde üniversiteler var ve binlerce genç elimizin altında. Hem yüz görmek, göz göze gelerek eğitim almak günah değil mi?
Gerçi ne diyordu çok öv(ün)düğünüz Osmanlının Maarif Vekili Emrullah Efendi, "Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim!".
Müfredatı paramparça ederek, okulları anlamsız kıldığınızı biliyoruz. Bari bir kere olsun muhalefete, ülkemin en seçkin akademisyenlerine, geleceğimiz olan gençlere kulak verip okulları kapatarak fırsatları elimizin tersiyle itmeyelim, çocukları da, gençleri de (ENG)ELLEMEYELİM.
Olur mu?
...................................................
*Hünkâr Hacı Bektaşi Veli
**Neşet Ertaş
***Ahmet Mete Işıkara (Deprem Dede)