HİÇBİR TÜRLÜ BULAMADIM BEN BENİ

Fikir Yazıları - Göğün bir yerlerine yazılmalı Aşık Veysel’in ismi ve şiirleri; oradan Aşık Veysel yağmurları yağmalı toprağa; toprağın üstündeki ağaçlara, ağaçların yapraklarına, çiçeklerine, insanlarına… Sonra görmeliyiz bu yağmurla yıkanan insanı, nebatı… Hatta daha da

HİÇBİR TÜRLÜ BULAMADIM BEN BENİ

 

 

-Aşık veysel

Yıllarca aradım kendi kendimi

Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Hayal mıyım ürüya mı bilinmez

Hiçbir türlü bulamadım ben beni

 

İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum

Ekilir biçilir bir nebat mıyım

Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım

Hiçbir türlü bulamadım ben beni

 

Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm

Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım

Köle miyim bir güzele kul muyum

Hiçbir türlü bulamadım ben beni

 

Varlığım yokluğum bir Veysel adım

Gök kubbede kalacaktır ses kadim

Elli üç yıl kendi kendim aradım

Hiçbir türlü bulamadım ben beni

 

 

Göğün bir yerlerine yazılmalı Aşık Veysel’in ismi ve şiirleri; oradan Aşık Veysel yağmurları yağmalı toprağa; toprağın üstündeki ağaçlara, ağaçların yapraklarına, çiçeklerine, insanlarına… Sonra görmeliyiz bu yağmurla yıkanan insanı, nebatı… Hatta daha da ileri giderek söyleyebilirim ki Silikon Vadisi, bilgisayarlarını Aşık Veysel şiirleriyle, bunların saza gelmiş türküleriyle ve Aşık Veysel’in şahsıyla terbiye etmeli. Bilgisayar da içten görmüyor mu, her şey içinde olup bitmiyor mu, öyleyse içten-derinden gören ve kavrayan Aşık Veysel’le bilgisayarlar eşleştirilmelidir. Biliyorum, bu oldukça çılgınca bir teklif ve oldukça da ütopik. Umarım bir gün böyle bir bilgisayarımız olur.

Yukarıdaki sözlerim büyük ozanı selamlamak içindi. Onun 20. yüzyılda ortaya çıkması bir tesadüf mü yoksa zaman mı onu yapmıştır, bu, zannımca üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu konu irdelenirken Aşık Veysel’in körlüğü elbette mihenk taşı olacaktır.

Onun da kendisini sorguladığı bir şiiri vardır: Hiçbir Türlü Bulamadım Ben Beni

Hesaba gelmez bir sorgulamadır bu, nesnel veriler yoktur ortada. Belki sadece şu vardır: Bir önermenin peşinden yıllarca gidip, bu önermeyi de düşünmek için inzivaya çekilen filozofların, bilim adamlarının, dünyadan kendilerini yalıtmış olduklarına benzer bir hâl. O hâli, Aşık Veysel kendisi yaratmamıştır, o kendisine sunulmuştur. Görmediğini anladığında dünya onun için artık bir inziva mekanıydı, o bunu değerlendirmesini bildi ve çoğu edebiyatçıya, şaire nasip olmayacak derin bir iç görüye sahip olarak, en büyük ozanlar arasına ismini yazdırdı.

Aşık Veysel’i ben, bir söyleşi ustası olarak kabul ediyorum. Söyleşisinde söyleyen kendisi, dinleyen sazıdır, tersinde söyleyen sazı, dinleyen kendisidir. Yukarıdaki şiirinde de sazıyla söyleşmiştir; kendisini sazına sormuş, sazından kendini dinlemiştir. Bu anlamda sazı Aşık Veysel’in cevaplayıcısıdır. Şiirde (türküde) Aşık Veysel sorularına cevap vermese de bence kendi içinde cevapları bulmuştur. Sazı ona onun ne olduğunu söylemiştir. Ki Aşık Veysel, sazına bir şiirinde şöyle seslenmiştir:

“Ben gidersem sazım sen kal dünyada / Gizli sırlarımı aşikâr etme”

Aşık Veysel’in bu dizesini her hatırladığımda içten içe onun durumuna acımadan edemem. Acımak belki haddime değil lakin koca yüreği bu kadar sevgiyle doluyken aşıklığın geleneğinden midir, nedir çok az insanın onu anladığını düşünür, ünlü de olsa her zaman bir köşede kendi hâlinde bırakılmakla yüz yüze geldiğini düşünürüm. O da tüm bunların farkında olsa gerek ki bir toprağa sarılır, bir sazına, bir dünyaya, bir yaratıcıya…

Belki tüm bu sarılışlar, dost arayışları onu kendi kendini sorgulamaya ve yukarıdaki şiiri yazmaya yöneltti. Bu, bir meyilden ziyade bence onun için bir zorunluluktu. Görmediği bedenini tanımlamak, kendisini kendi düşüncelerinden öğrenme isteğiydi.Ona kim onu tanıtsa, tasvir etse eksik kalacaktı çünkü hakkında verilecek hükümler, eninde sonunda gözlemlere dayanacaktı ama Aşık Veysel bir gözleme değil, kendisinin ne olduğunu bilmeye ihtiyaç duyuyordu. Kendisini de yine en iyi kendisi bilecekti...

Şiirin daha başında Aşık Veysel, kendisini yıllarca aradığını söyler. Olmamış, hamdır, şiiri yazdığında yaşı 53 de olsa daha tamam olmamıştır. Deli Dumrul gibi dünyaya hükümran saymaz kendini; yiğitliği yoktur, büyüklenmesi yoktur; ölümden de, insandan da haberdardır ama nedir bu kendisi ve insan denen varlık? Varsa nasıl var bu insan, ne olarak var; gerçekten var mı? Bu sorular felsefenin temel soruları. Bu sorulara çoğu filozof kendince cevaplar vermiştir. Ta Yunan’dan bu yana da hâlâ cevaplar verilmektedir. Aşık Veysel’in bunlardan haberi yoktur ama Anadolu’da öyle bir damar var ki bu damar ona felsefenin bu çetin sorusuyla yüz yüze gelmesini sağlamıştır. O damar Anadolu’nun tarihi geçmişi, aşıklık geleneğidir. O gelenekten aldığı besini bize Aşık Veysel arı misali bala çevirerek vermiştir.

Kendini hiçbir türlü bulamamıştır Aşık Veysel ama yolunu kaybetmiş de değildir, şiirin devamında kendisini çeşitli varlıklarla (hem cismani hem tinsel) eşleştirir ve bu eşleştirmelerden biri olabileceğini düşünür, bize de böyle olabileceğimizi düşündürür.

“Hayal mıyım ürüya mı bilinmez”

Hayal olması da bir ürüya (rüya) olması da onun başkasının eseri olması durumudur. Bu, bizi vahdet-i vücuda götürür. O, bir yansımadır, Yaradan’ın bir tecellisidir. Aşık Veysel gerçi sorduğu soruya bu cevabı vermez ama sazının ona söylediği cevap bence budur. Ki bu cevap onu tatmin etmez ki ilk kıtanın en son dizesinde sazına: “Hiçbir türlü bulamadım ben beni” der. Bu da retoriğin sürdürülmesi ve söyleşinin devamına işarettir. Sazı onu Yaradan’ın bir tecellisi olarak tanımlamıştır ama Aşık Veysel, bu tecellinin kökeni ile ilgilenir, sonraki ikinci kıtanın ilk dizesinde:

“İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum?” sorusunu sazına yöneltir.

Yaradan bir tür yaratmamıştır, türler yaratmıştır. Onun yarattığı türlerden hangisi olduğunu merak etmektedir. Bu, Aşık Veysel’in tasavvufa epeyce yaklaşan şiirlerinden birisidir. Ki üçüncü mısra da yine o türlerden şüphe eder ve o türlerden biri değil de “Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım?” diye sorar. Sazı ona insan olduğunu söylemiş olabilir ama o da insan “Yaradan’ın sıfatı değil midir?” diye sormuştur. Yine bu sorgulamada ve aramada, kendisinin insan elinden çıkma olup olmadığını da öğrenmek ister. Bunu toprakla özleşen anneyle birlikte okumak gerekir, diye düşünüyorum. Şöyle sorar:

“Ekilir biçilir bir nebat mıyım?”

Buna sazın cevabı elbet annedir ve Aşık Veysel de bir âdemoğludur ama Aşık Veysel bu cevabı bizden esirger. Varlığının bilinmesi ve tanımlanması konusunda belirsizliği ve bilinememezliği korur ve söyleşiye devam eder:

“Hiçbir türlü bulamadım ben beni”

Üçüncü kıtada, herkesçe bilinen o büyük aşk hikayesine göndermede bulunur:

“Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm?”

Kendisinin kaçan mı, kovalayan mı olduğunu sorgular. Burada kendisini insanlarla eşleştirmiştir. Yalnız bu eşleştirmede çöl olma durumunu da ortaya atarak, kendisinin bir mekan olup olmayacağını düşünür, sonuçta çöl olup olmadığını sorduğuna göre bir toz zerresi olabileceğini de kabul etmeye hazırdır. Üçüncü kıtayı bir dönüşüm olarak açıklayabiliriz. Mecnun’dan yola çıkarak aşka bir yönelme olduğu gerçektir ama Mecnun’un aşka yönelmesi beşeri değil, ilahidir. Bu dönüşümde Mecnun aşkla Yaradan’a yönelecek ve dönüşüm toprak olmakla sonuçlanacaktır. Toprak da insanın oluştuğu varlığa dönüşeceğini gösterir. Bu da bizi doğrudan Yaradan’a bağlar.

Mecnun ve Leyla’nın söz konusu edilmesi, aşka bir gönderme olmasına rağmen, bu gerçekliğin önüne “Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım?” sorusunu koyar. Burada bence bir yararlılık ilkesi göz önünde bulundurulmuştur ve varlıkların ancak birbirleriyle güzel bir şeyler ortaya koyduğunu göstermiştir. Bu biraz da Mecnun ve Leyla ayrılığının, Mecnun’un çöllere düşmesine karşı çıkışı da gösterir. İnsanlarla varlıklar arasındaki olguları anlamaya çalışır. Ki sonraki mısrada, “Köle miyim bir güzele kul muyum?” diye sorarak insan ilişkilerini sorgular. İnsanya zorla köle edilir ya da severek, bilerek, isteyerek bir güzele kul olabilir. Burada Aşık Veysel, insanın birbirine hükmetmesini, itaat altına almasını eleştirir. Bu eleştirinin karşısına koyduğu önerme şudur: Neden her şey güzellikle olmasın’dır.

Üçüncü kıtada, ilk iki kıtada söylenenler açılmış, genişletilmiş; insanın kendi cinsleriyle uyumu ile doğanın birbiriyle uyumundaki tezatlıklar gösterilmeye çalışılmıştır ama yine de Aşık Veysel kendi bulduğu cevaplarla kendini tatmin edememiştir. Üçüncü kıtada da biterken sazına yine şöyle demiştir:

“Hiçbir türlü bulamadım ben beni”

Son kıtada, Aşık Veysel’in hem bir gerçekliği dile getirdiğini hem de yalnızlığını görürüz:“Varlığım yokluğum bir, Veysel adım”

Onun yalnızlığı bir çiledir ve bu çilesi de bir dönemle sınırlı değildir, bu çileye ömrünü vermiştir. Bu çilenin yankısı gök kubbede her daim kalacaktır. Çünkü kendisini Yaradan’ın tecellisi olarak gören Aşık Veysel hem kendisinin hem de insan soyunun sesiyle bu gök kubbeyi hep çınlatacağını belirtmiştir. Tabii ki bu sesteki önceliğin, Aşık Veysel’in şiirlerinin olduğunu bilmemiz gerekir, o dünya var oldukça adının da hatırlanacağını düşünmektedir.

Aşık Veysel, bu toprakların yetiştirdiği güzel insanlarından, en güzel çiçeklerinden, en güzel bal yapan arılarından bir tanesidir. Yaşamış ve arkasında insanı bırakıp gitmiştir. Yarın, insanoğlu insanın ne olduğunu unutup da insanın ne olduğunu merak ettiğinde buna verilecek bir cevap da Aşık Veysel’dir.

Son söz olarak, gözleri açık olan bizler, gözleri görmezken kendisinin ne olduğunu böyle arayan Aşık Veysel’le kendimizi karşılaştırdığımızda acaba hiç utanıyor muyuz? Cevabı verecek sazımız da olmadığına göre, bu sorumuz, sanırım cevapsız kalacaktır.