Sayın Prof. Dr. Baki Duy psikanaliz üzerine söyleşiye katkı sunduğunuz için teşekkür eder, saygılar sunarım.
1) Bazı kaynaklarda doğu ve batı insanın benliğinin farklılaştığı ifade edilmektedir. Bu anlayışın nedenlerinden bahsedebilir misiniz?
BD: Öncelikle bana bu söyleşi imkanını verdiğiniz için teşekkür ederim. Şüphesiz içinde yaşadığımız toplum ve toplumdaki kültürel değerler, insan kişiliğinin merkezinde bulunan benliğin oluşumunu da belli bir yönde biçimlendirir. Elbette belli bir toplumdaki her bireyin benliğinin aynı niteliklere sahip olacağını söyleyemeyiz, ancak toplum onu oluşturan bireyleri tek tipleştirmeye çalışır ve bu bağlamda da doğu ve batı toplumlarında benliğin belli bir yönde biçimlendiğini söylersen yanlış olmaz sanırım. Benliğin batı ve doğu toplumlarında farklılaşmasının altında batı toplumlarına özgü “bireycilik” ve doğu toplumlarına özgü “toplumculuk” ya da “toplulukçuluk” kavramlarının ya da anlayışının olduğunu ileri sürmek mümkün sanırım. Kökleri antik Yunan’a kadar giden liberal düşünce içinde batı toplumlarında birey, bireyin kişi olarak değeri, tercihleri, değerleri, gelişimi merkezi konumundadır. Bireylerin bir araya gelmesinden ibaret olarak görülen toplum ise ikincil durumdadır. Dolayısıyla, batı toplumlarında benliğin farklılaşmasına, ayrışmasına ve özgürce ifade edilmesine daha fazla izin verilir. Böylece benlik toplumdan bağımsız hareket edebilir. Bir anlamda toplum birey için vardır dersek yanlış olmaz sanırım. Ancak toplulukçu anlayışın başat olduğu doğu toplumlarında ise toplum, toplumun değerleri, beklentileri, tercihleri ve refahı bireyden önde gelir. Bireyin ve sahip olduğu benliğin ne derece makbul, kabul edilebilir olduğu toplumsal kıstaslar tarafından belirlenir. Bir anlamda birey toplum için vardır, benlik ancak toplumla kendisini ifade eder. Dolayısıyla, doğu toplumlarında benliklerin tek tipleştirilmesi, farklılıkların göz ardı edilmesi, benliğin ancak toplumsal kabuller çerçevesinde ifade edilmesine izin verilmesi söz konusudur. Hal böyle olunca doğu toplumlarında daha bağımlı, güdük, renksiz benliklerin gelişimi çok daha olası olacaktır.
2) Türk eğitim sistemi benliğe gelişime yeterince katkı sunabilmekte midir?
BD: Bu toplum da nihayetinde toplulukçu bir yapıya sahip. Doğal olarak Türk Eğitim Sistemi daha çok toplumu, toplumun kaygılarını, değerlerini, beklentilerini önceleyen bir yaklaşıma sahip. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde, Türk Eğitim Sisteminin bağımsız, özgür, kendisini var etmeye çalışan bir benlik geliştirmesi pek mümkün görünmemekte maalesef. Dolayısıyla sorunuza hayır yanıtı vermek durumundayım.
3) Türkiye’de libidonun türevlerinin yaşam içgüdülerinin ne ölçüde yerinde görüyorsunuz? Halkımız mutlu mu yaşamından?
BD: Önce şunu söylemem gerekir ki yaşam içgüdüsü çok güçlü bir içgüdüdür ve bireyden ve toplumdan bağımsız olarak işlevde bulunur. Elbette büyük oranda biyolojik temele sahiptir. Cinsel arzunun kaynağı olan Libido ile bireyler cinselliği temelde soyu sürdürme boyutuyla yaşarlar. Soyun devamı demek aslında bir anlamda genetik mirasın bireyin ölümünden sonra dahi hayatta kalmaya devam etmesi anlamına gelmekte. Yaşam içgüdüsü bu denli güçlü. Mutluğun doyum kaynaklarından biri de cinsel yaşamdan alınan doyumdur. Mutluluğun tek kaynağı cinsellik değildir elbet, ancak başta gelen kaynaklarından biridir. Şayet bu temelde toplumun ne kadar mutlu olduğu sorulursa, korkarım çok mutlu değiliz diyeceğim. Sanırım bunun altında cinselliği sağlıklı bir biçimde yaşayamıyor oluşumuz yatıyor gibi geliyor bana. Dini inançlarla harmanlanmış olan geleneksel anlayış zaten dini tabulaştırmakta, kadının cinsel deneyimden haz almasını olumsuz karşılamakta, yasaklamakta, cinselliğin maalesef daha çok biyolojik düzeyde soyu devam ettirmeye yarayan bir araç olarak görmekte, duygusal süreçler göz ardı edilmektedir. Bu anlayışa sahip olan çiftler maalesef cinselliği konuşamamakta, yüzeysel düzeyde, sanki bir görevi yerine getirircesine yaşamakta ve bu da doğal olarak cinsel yaşamdan alınan doyumun düşük kalmasına yol açmakta. Geleneksel olarak bu noktada erkeğe ayrımcılık yapılır, erkek doyum sağlamak için birden fazla eş sahibi olabilir ya da evlilik dışı ilişkilerle cinsel doyumsuzluğunu telafi çabalarına girişir. Ancak bu çabalar nafiledir, çünkü sorun eşte değildir, kişinin cinselliğe yönelik tutumlarındadır. Eşler cinselliği özgürce konuşabildiği, birbirlerini cinsel anlamda mutlu kılmayı merkeze koyduğu sürece, daha doyum verici bir cinsel yaşam ve akabinde de daha mutlu bir yaşam sürmesi mümkün olacaktır.
4) Çocuğun gelişiminde önem arz eden aile eğitimini (0-6 Yaş arası) yeterli görüyor musunuz?
BD: Bu soruya ancak kendi gözlemlerim çerçevesinde yanıt verebilirim. Ailelere çocuklarına verdikleri eğitimin ne kadar yeterli olduğu sorusunu sorsak, muhtemelen birçoğu verdikleri eğitimin yeterli olduğunu söyleyecektir, ancak ben bundan çok emin değilim. Türkiye’de aile eğitimlerinin batıyla karşılaştırıldığında oldukça geç başladığını görüyoruz. Benim kuşağımın anne-babalarının çoğunluğu, belki yükseköğrenim görmüş küçük bir azınlık hariç, anne-babadan gördükleriyle çocuk yetiştirmenin yeterli olduğuna inanan anne-babalardı. 2000’li yıllarla birlikte anne-baba eğitimi konusundaki çalışmaların ivme kazandığını görmekteyiz. Bu ivmede hem kurumsal çabalar hem de bireysel çabalar etkili oldu. Burada değerli hocam, danışmanın Prof. Dr. Üstün Dökmen’in 2002-2012 yılları arasında önce TRT 1 kanalında, sonrasında da Star TV kanalında yürüttüğü Küçük Şeyler programına değinmeden edemeyeceğim. Üstüm hocam ebeveynlerin çocuk eğitiminde yaptıkları tipik yanlışları ve yapılması gerekenleri kısa skeçler halinde tiyatral bir anlatımla, hemen her ebeveynin çok rahat biçiminde anlayabileceği, biraz da mizahı bir sunumla milyonlarla paylaşmıştı. Ben bu programların çok eğitici olduğuna inanıyorum. Günümüzde AÇEV gibi bazı STK’lar tarafından anne-baba eğitimi verecek eğitimciler yetiştirilmekte. Bu kişiler daha sonra velilere haftalarca süren, içeriği dolu dolu olan anne-baba eğitimleri vermekteler. Keza okulların rehberlik servisleri tarafından velilere yönelik anne-baba eğitimleri düzenlenmekte, ancak gözlemim odur ki katılım düşük düzeyde kalmakta. Özellikle babaların katılımı çok daha sınırlı kalmakta. Zaman içinde alanın yetkim isimleri tarafından çocuk gelişimi, eğitimi üzerine yazılmış çok güzel yayınlar da ortaya çıktı. Günümüz ebeveynlerinin onların anne-babalarına nazaran çocuk eğitimi konusunda çok daha duyarlı olduklarını düşünüyorum. Daha fazla sayıda anne-baba çocuğu ve onun yetiştirme konusunda uzman desteğine başvurmakta. Ancak bazı velilerin de çok fazla bilgiye maruz kalıp, başka hatalı davranışlar gösterdiklerini gözlemleyebiliyoruz. Son dönemin popüler olan kavramlarından olan “helikopter ebeveynlik” bunlardan biri mesela. Kavram bize aşırı koruyucu, kollayıcı, çocuğun kendi başına yapabileceği basit şeylerin, görevlerin dahi anne-babalar tarafından yapıldığı durumları betimliyor. Bu duyarlılık aşırı olduğunda, birçok anne-babanın tepki vermesi gereken bir duruma “acaba çocuk şöyle mi etkilenir? Böyle mi etkilenir?” gibi kaygılarla tepkisiz kalmasına ve bunun da bazı davranış sorunlarının sürmesine veya şiddetlenmesine neden olması gibi durumlara da yol açabilmekte. Çağımız bilgi çağı, ancak çok fazla miktarda ve sıklıkta bilgiye maruz kalındığında, anne-babalar bu bilgiyi tam olarak nasıl kullanacaklarını bilemediklerinde, tepki veremez hale gelebiliyorlar. Bu durum bize profesyonel desteğin önemini gösteriyor. Ebeveyn eğitimlerinin hem sayısı hem de niteliği yıllar içinde artmış durumda, ancak birçok ebeveynin halen bu konuda çok etkin olmadıklarını da gözlemlemekteyiz.
Nirvana sosyal bilimler ailesi adına yürüttüğümüz Psikanaliz konulu söyleşiye katkı sunduğunuz için teşekkür eder saygılar sunarım.