Yaşatmak Adına Katlin Vacipliğine Fetva
İnsan ilişkilerinin en zor yönü, belki de, onun hiçbir zaman anladığımız ya da algıladığımız tarzda olmadığını idrak etmektir. Özellikle kişinin içinde bulunduğu değer yargıları ekseninde toplumu ve hayat algısını oluşturması ve bunun üzerinden olaylara, olgulara ya da görüp duyduğu şeylere yaklaşması; onun liberal perspektifin "birey" olarak ifade ettiği özne olma halinin olabilirliğini tartışma konusu yapılması açısından önemlidir. Ancak söz konusu bu durum, bir başka tartışmanın konusu olmakla birlikte, burada mevzu bahis ettiğimiz şey bu belirsizlik içerisinde kişinin ve dolayısıyla toplumun bileşenlerinin veya genelinin kişilik, karakter veya hayat algısı bakımından içselleştiremediği değerleri söylem, simge ya da sırf onunla anılmak adına belirli olgularla dile getirmesindeki soyutluktur.
Toplumsal olan ve toplumsal olarak üretilen ancak kişisel olarak benimsenip "birey" vurgusu altında benim düşüncem olarak beyan edilen her türden değer yargısının önemli çıktıları bulunmaktadır. Üretilen ve dolayısıyla yaşatılan bu değer yargılarının en önemli sonuçlarının birisinin, kanımca, içselleştiril(e)meyen her türden durumun taraftarı olarak gözükmenin vahametidir. Çünkü burada kişisel ilişkilerden toplumsal ilişkilere uzanan ve tartışma konusu olan (etnik, dini, ahlaki, ideolojik vb) her türden düzeyde görebileceğimiz; nihayetinde koşullar itibariyle olması gerekeni vurgulamak adına yapılanın; vurgunun amacının ve niteliğinin önündeki temel engelin kendisi olmasıdır. Değeri korumaktan ziyade değerin kendisini içten içe yozlaştıran ve hiçleştiren (aynı zamanda yeniden üretilmesine katkı sağlayarak olumlu bağlamda da etki edebileceğini muhtemel olduğunu unutmadan) bu işlev genel tartışmanın, kişisel ve toplumsal ilişkilerin geneli açısından ve özellikle egemen değer yargısı haline gelmiş ise, pek fark edilebilir olmayabilir.
Geçmişte olduğu gibi bugün için de geçerli olan ve gelecekte de geçerli olacak bu fark edildiği söylenen ancak fark edilmeyen ya da vurgu yapılanın sahip olduğu pozitif kanıya bağlı eylemsellik tarzları; gerçekte sosyal, toplumsal ve siyasal bir çöküntünün besleyici kaynağı haline gelebilir. Bu nedenle özellikle sosyal ve toplumsal hayattaki kişisel veya toplumsal düzeyde olması fark etmeksizin merkezi değer olarak ortak kanaatin bir göstergesi olan "normallik/doğallık" akışının içinde egemen fikir olma ya da olamama durumu önem kazanmaktadır. Dolayısıyla kamusal alandaki ilişkilerin seyri Erving Goffman’ın "Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu" eserinin adının da çağrıştırdığı gibi görülen ancak görmezden gelinen, duyulan ancak duyulmayan bir ketumluk barındıran ya da bilinmesine rağmen bilinmezden gelinen bir ilişkiler ağı söz konusudur. Bunun örnekleri kişiden her toplumsal düzeye kadar çeşitli şekillerde verilebilir. Bu anlamda, sol/sosyal demokrat kesimin ya da işçi kesimlerinin sloganlarına, teoriyle pratiğin kendisi arasındaki farklılığının neye nasıl etki ettiği; kadına yapılan önem vurgusuna karşın tecavüzün tacizin yüksekliği ile ataerkiliğin tavra, davranışa veya söyleme yansıyan bağlamları ve her geçen gün yenisiyle karşılaşmanın hiç bitmeyen sitemleri; söylemdeki ahlak durumunun hayatın maddi gerçekliğinde pek bir karşılığının olmaması ya da Mustafa Kemal kimliğiyle birlikte telaffuz edilen onlarca değer yargısının toplumun ve siyasal olanın işleyişinde yeterli bir karşılığının olamaması gibi onlarca kimliği içeren sayısız örneklem verilebilir.
Peki, tüm bu yapaylık içeren ve hayatın genelinde; teorik bağlamda böylesine anlam ifade eden ancak uygulamada sığlık barındıran bu ikilem nasıl açıklanabilir. Bunun, içinde bulunulan toplumsal kesimler, yaşanılan ya da maruz kalınan duruma göre farklı cevapları olabileceği muhakkaktır. Ancak burada önemli olanın verilen cevabın açıklayıcı/ikna edici gücünün gerçeklikle ne derece de yakın olduğudur. Bu nedenle söylemsel olarak ifade edilenden ziyade, bu söylemde vurgu yapılanın kamufle ettiği; günlük hayatın içinde her türden uygulama da duyarsızlığı temin eden "normallik" asli gerçekliktir. Çünkü, gündelik hayatın akışında her mecrada her düzeyde yaşanan onca sorunun (keza yaşanmaya devam edeceği muhakkak olmakla birlikte) geçiştirilmeye tabi olması; söylemden öteye hiçbir değişikliğin bulunmamasının somut ifadesidir. Diğer yandan ise öz itibariyle psikolojik tatminkarlık veya içsel rahatlamayı içeren belirli zaman dilimleriyle özdeş kılınmış bir anımsama/anma söz konusudur.
Hayatın olağan seyrinde toplumsal bir varlık olması sebebiyle kaçınılmaz olarak süregelen ritüellere dayalı düşünsel perspektifin oluşması kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlık, tam da kişisel ve toplumsal ilişkilerin işleyişinde sahip olunan kolaylaştırıcıdır. Dolayısıyla insanoğlunun düşünmediği, olmadığı ve zerre kadar düşünsel yakınlık barındırmadığı ancak şartlar ve koşullar gereği öyle olması gerektiği aşamada kaçış alanı olarak kurtuluş reçetesidir. Özellikle şartların uygun olmadığı eşiklerde/anlarda toplumsal tepkiyi bertaraf etmenin; toplumsal grubun parçası olarak söz konusu kimlik altında cehaleti görülmezleştirerek kişilik ve karakterin zafiyetini dokunulmazlık zırhına büründürmek kaydıyla güvenlik alanının temini söz konusudur. Böylece kişi veya toplumsal grup açısından temin edilen bu alan dokunulmaz, aşılmaz bir mecra olarak zamanla kazandığı muhafazakarlaşma ile söz konusu egemen değer yargısının içi boşaltılmaktadır.
İçiriği boşaltılan değer yargılarının kültürleşmiş hiçliklerinin doğal karşılanması veyahut eleştiri/tartışma konusu olmamasında, zaman denilen bütünün anlamlar kaidesi olarak belirli bir yılın bütününe pay edilmiş anmalar-hatırlamalar önemli bir yer tutmaktadır. Yılın genelinde bir tek gününe ya da belirli bir kısmına sığdırılmış olması, aslında öz olanın anılan şeyin değil, anılanın dışında kalan olmasındandır. Çünkü anmaya tabi olan hatırlanma ya da anma hayatın genel parçası olmayana ilişkindir. Bu nedenle ahlaki ve etik anlamda atıf yapılan değere yapılan vurgunun günlük hayatın işleyişinde ne derece yerleşik olduğu ile anma arasında ters ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca hayatın parçası yapılmış, kişilik ve karakterin parçası edilerek içselleştirilmiş olanın ihtiyacı olmadığı anılma; anılan şeyin sadece belirli bir zaman dilimine hapsedilmesinden, dolayısıyla, geçiştirilmesinin gerekli olduğu bir bağlamla yakından ilişkilidir. Çünkü, yaşama dair olana ilişkin, hangi değer yargısında olursa olsun, ne derece anma/anılma var ise o derece de geriye bırakılmışlık veya hayatın genel seyrinden yer bulamamışlık söz konusudur.
Kişiye, topluma ve toplumsala ilişkin olanın teorik ve uygulama bağlamları arasındaki bu açıklık, aslında, tartışılması gerekli olandır. Özellikle simge durumuna gelmiş veya getirilmiş olanın ele alınış, anlamlandırılış ve anlamlandırılmadaki sunum şekli hafızanın canlı kalmasından daha fazla söz konusu hafızayı köreltmektedir. Bu sebeple körelen sadece bir hafıza değildir, hafızanın kişiyi, kişinin toplumu ve toplumun bir tarihselliği belirlediği topyekün bir geleceğin esir alındığı zihinsel bir girdap haline gelmektedir. Nihayetinde hayat ve düşünce tarzı yapılamayan her şeyin var edilmesi (şayet var edilmek istenen bu şey vurgulanan ise) birkaç kelime aracılığıyla söyleme sığdırılmaktadır. Belki, asıl cevaplanması gereken şey de burada saklıdır: Kişiliğe, karaktere nüksettirilmemiş, hayat tarzı olarak benimsenmemiş olanın sloganlarla, belirli tarihsel dönem veya anlarla hatırlatılması, birkaç sözcüğe sığdırılması mümkün müdür? Bu sorunun olumlu cevaplanmasının mümkünatı bulunmamaktadır. Çünkü, bir şeyin değeri ve önemi anılmak, anmak veya hatırlanmakla değil, ona dair olanın sosyolojik olarak idrak edilip hayatın olağan akışında tatbik edebildiği oranda anlam kazanır. O açıdan, sorunun cevabı kadın-erkek kimliğinden ahlaki olana, simge haline gelmiş kişiliklerden talep edilene kadar uzanan geniş bir eksendeki icra ile düşünsel olan arasındaki makasın genişliğinde saklıdır…