Kent Kimliği ve Kent Kültüründe Hiçleşme

Siyaset Bilim - Murat Aydın

Kent Kimliği ve Kent Kültüründe Hiçleşme

Şehirler, genel olarak zanaata dayalı emek yoğunluğundan sanayileşmeyle ya da daha genel olarak kapitalizmin gelişimiyle birlikte teknik ve teknoloji kullanımına dayalı kitlesel üretimin yapıldığı mekanlar haline gelmiştir. Bu mekanlar, aynı zamanda, siyasal, iktisadî, sosyal ve kültürel kimliklerin farklı düzeylerde yerleşik olduğu heterojen demografisiyle öz itibariyle birer hafızadır. Kültür çatısı altında toplayabileceğimiz bu hafızanın, birikimin ya da yaşanmışlığın tarihiyle özdeş olduğunu söyleyebiliriz. Hafıza olarak şehirler, yeniden üretilerek çevreye doğru genişleyen her türden değer yargısının sürekli tüketilerek hiçleştirildiği bir günlük kullanıma dönüşmüştür.

Böylesi bir tarihsel tükenmişliğe varmada birçok etmenin kendi bağlamında kendince etkisi olduğu aşikardır. Ancak iki etmenin merkezi bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Bunlardan birisi hiç kuşkusuz geçmişle karşılaştırıldığında sermaye birikimi, talep oluşturma, düşük kalite yüksek fiyat/artı değer anlayışı gibi birçok unsuruyla kapitalizmdir. Ancak şehirler sadece iktisadî olanın değil, iktisadî olana bağlı olarak gelişen ya da onu etkileyen her türden yeterliliği/yetersizliği ya da yetinmeyi aşan sonuçları da barındırmaktadır. Bu nedenle ihtiyacın sınırsızlığı düşüncesinin kültürleştirildiği bu aşamada gerçeklik ile sanallık arasında gidip gelen bir merkezi sarkaçtır.

Söz konusu sarkaç, her toplumsal düzeyin kendi niteliğine ve ihtiyaçlarına (!!!) göre eğilim göstermekte ve özellikle merkez kapitalist ülkelerden çevreye doğru "üretilen rızayla" günlük hayatın kendisi olmaktadır. Bu genel perspektif, hiç kuşkusuz, şehrin kültürünü ve kimliğini aşındıran, hatta giderek gettolaştıran uygulamaların referansıdır. Aynı zamanda, şehirlerin, taşranın kırsal yerleşimlerinden daha aciz bir insani görünümle karşı karşıya kalmasını kaçınılmazlaştırmıştır. Burada mevzubahis olan şey sadece kapitalist üretim ve buna ek kitlesel yığılmalar değildir. En az kapitalizm kadar belirleyici olan, belirli bir sermaye birikim rejimi doğrultusunda belirli bir egemen sınıfın veya sınıf fraksiyonun öncülüğünü yaptığı egemen sınıfla bağımlı sınıfların mücadelesinin yoğunlaştığı yerde şekillenen ve görece özerk olan devletin her türden siyasal ve toplumsal ilişkideki konumudur. Devletin siyasal, iktisadî ve toplumsal ilişkilerdeki rolü ve işlevi egemen sermaye birikim rejimine bağlı olarak değişmekle birlikte uzun vadede hem egemen sınıfın veya sınıf fraksiyonlarının hem de egemen yerleşik düzenin öncül üretim tarzının lehine işlev görür. Ancak farklı üretim yapılarının ya da tarzlarının (tarım, sanayi, ticaret vb) bir arada olduğu (ve daima da öyle olduğu); buna bağlı olarak da farklı sosyal sınıfları temsil eden aktörleri içeren bu homojen görünümlü çıkar çatışması içeren işleyişin bütünlüğü/homojenliği dolaylı etmenler aracılığıyla tecelli eder. Özellikle birbirinden bağımsız olmaktan ziyade birbirinin etkisine açık olan siyasal, iktisadî, sosyal veya kültürel düzeylerden herhangi birinin ya da her düzeyden birkaçının öne çıkmasıyla temin edilen meşruiyetin varlığı ve üretimi kilit bir unsurdur. Bu nedenle şehrin kimliği ya da şehrin kültürü, aynı zamanda, devletin genelde sahip olduğu egemen meşruiyet tekeli aracılığıyla her düzeyde tasarlanan, korunan ve yenide üretilen bir sahadır.

Meşruiyet, stabil bir şey değildir; daha ziyade, her dönemin kendi olgularına göre yeniden üretilmektedir. Ancak üretilme, merkezi değerlerden ziyade bu merkezi değerlere eklemlenmiş olan(ın)ların özden ayrıştırıldığı, yerine ise başka unsurların koyulmasıyla temin edilmektedir. Ancak buradaki ikame edilen irade ya da toplumsal dengenin bileşenleri kendi düzeyleri açısından bir bilince sahip olsalar da toplumsal ilişkilerin genel seyrine nasıl bir etki veya katkı yaptıkları konusunda bilinçsel farkındalık yeterli seviyede olmayabilir. Benzer bir durum, siyasetin hangi düzeyde yapıldığından bağımsız olarak, ulusal olanın mikro düzeydeki daha homojen veya heterojen niteliğine sahip birer prototipi olan kentsel mekanlarda talanın meşruiyetini temin eden rızanın üretilmesinde de söz konusudur. Her iki durumda da öne çıkan şey, ulusal veya yerel fark etmeksizin, ilerleme, medeniyet veya bunlara benzer kavramlarla kamufle edilme ve tartışmadan uzak tutulma söz konusudur. Ancak, tüketilen ve yok edilenin nihai sonucunda kavranamayan ve tarihsel olarak yoksulluk, yoksunluk ve geleneksel kültürle yoğrulmuş olan toplumdaki varoluşun, kabulün, saygının maddiyatla özdeşliğidir. Dolayısıyla toplumsal kabulün böylesi bir boyutu sadece şehrin kültürünün nereye evrileceğini değil, bilakis kazanacağı kimliği niteliğini de belirlemektedir.

Kent ve kente ilişkin bozulma sadece kapitalizmle ilişkili değildir. Dolayısıyla ikinci husus, siyasal ve toplumsal kültürün geneldeki ve özeldeki kabul derecesinin yüksekliğiyle ulusal veya kentsel bağlamda siyaset yapma tarzı arasında ilişkinin azımsanmayacak etkisidir. Özellikle, düşünsel gelişimde belirli bir olgunluk derecesinin gerisinde kalan kitlelerle siyasal aktörler arasındaki söylemsel ya da düşünsel bakışın kesişmesi benzer sonuçlara gebedir.

Topluma egemen olan düşünsel değer yargılarıyla (ulusal veya yerel) siyasal açıdan ideolojik olan arasındaki ilişkinin oluşturduğu bütünün genel kanaate dönüştüğü yerlerdeki yönetsel politikaların toplumsal ve doğal olarak kentsel kimliğin-kültürün yozlaşmasına olan etkisi daha belirgindir. Her gün karşı karşıya kalınmasına rağmen; belirli etmenler (siyasal, ideolojik, sosyal ve kültürel vb.) nedeniyle uygulanan politikaların ekseriyetindeki icra edilme, icra edilmekten ziyade "icra ediliyormuş gibi" olmaya dayalıdır. Dahası, temel/öncelikli sorunlar yerine ikincil nitelikli, hatta ikincil bile olmayacak şeyler "sürdürülebilir, yaşanabilir ve nefes alınabilirlik" gibi kamusal menfaatin merkezi bileşenlerinin ikamesi yapılmaktadır. Dolayısıyla toplumsal kültürün egemen değerleri kentin hafızası olan veya olma yönündeki gelişimin önündeki engelin kendisi olmaktadır. Yönetsel veya yönetimsel olanın ifasındaki bu kısırlığın altında ise toplumun parçası olan kişinin referans kaynağının, içinde bulunduğu toplumsal kesimin aidiyet ve değer yargıları olduğunu söyleyebiliriz. Ancak siyasal veya ideolojik bağlamın şehrin kimliği ve şehrin kültürüne yönelik yozlaştırıcı, yıkıcı veya hiçleştirici yönü egemen olan kültürel yargı ve bakış açısı nedeniyle pek idrak edilmez ve ekseriyetle siyasal bir karşıtlık üzerinden tanımlanır. Siyasal ve ideolojik olanın egemen siyasal kültürle olan bağının bütünlüğü, geleneksel yargıların varlığıyla birlikte "öteki" yerine "benden" olan ya da "bana" yakın olan olsun tarzı yaklaşımlarla pekiştirilmektedir. Siyaset, kurumsal aracılığıyla hâkim toplumsal değerleri yaşatmaya, toplum ise yönetsel veya iktidar aygıtlarına sundukları destekle bu döngünün yeniden üretilmesini temin etmektedir. Toplum ve aktörler arasındaki böylesi bir karşılıklılığın nihai sonucu ise "yaşanılabilir, sürdürülebilir ve nefes alınabilir" kent olgusundan yoksunlaşmayı ve doğal olarak kentsel olanın zamana yayılarak ölümüdür. Ancak buradaki kentsel olana ilişkin ölüm, kısmı bir şey değildir. Daha ziyade, her kaybedilen kişiyle birlikte, önce toplum, sonra kurumlar sonrasındaki ise şehrin kendisi ve şehre ait olan veya olması gereken her şey kültür niteliği kazanarak "hiçliği" doğallaştırmaktadır.

Her türden alt yapıdan kent mimarisine ve kent estetiğinden nitelikli insan unsuruna kadar onlarca bileşenin bir şekilde kentsel kimlik ve kentsel kültürün yozlaşmasında pay sahibi olduğunu somut olarak genel kent ve kentleşme politikaları aracılığıyla deneyimlediğimiz gerçeklik toplumun kişi(yi)leri, kişi(nin)lerin kurumların içini boşalttığı bu zincirleme süreç siyasal ve ideolojik olanın kamuflajıyla varlığını sürdürmektedir. İfadeye döküldüğü şatafatı yüksek kavramların ardına sığmayacak kadar yanı başımızda olan "köhnemiş bir zihniyet ve onun yönetsel anlayışının" doğal bir süreci olan bu zincirleme sirkülasyonun aşılabilmesi; ancak egemen düşünsellik, tavır, davranış ya da yaklaşımın; Gramscici kavramsallıkla "hegemonya krizi"[1] yaşamaya ihtiyacı vardır. Çünkü, kent ve kente ilişkin her türden unsur, insanın niteliğinde, bilgisinde, bilincinde ve nihayetinde düşünsel ufkunun genişliğiyle ilgilidir. Şayet bu yoksa, asıl yozlaşma görünen nazarında yapılan veya yapılmaya çalışılandan değil, bilakis, aksi nitelikte olanın varlığında kök salmış olması şaşırtıcı olmayacaktır… Türk siyaseti içinde yerel bağlamda bunun örneklerini görmek zor değil, her cenahtan yönetimin olduğu kentlere ve o kentlerin yaşanırlığı adına yapılan söylemlerle gerçekliğin kendisi olan kentsel mekanlar arasındaki tezatlığın aleniyeti tebessümü hak edecektir…

[1] Hegemonya krizi kavramı ve bunun gelişimine ilişkin Gramsci ve Poulantzas’ın eserlerine bakılabilir.