Hasan Güneş:
Hocam merhaba; eylül ayı söyleşilerimiz kapsamında size birkaç sorumuz olacak. İlk önce sayın Prof. Dr. Cahit Aslan, kısaca kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Cahit Aslan kimdir:
Medyada akademik, anı - anlatı - günlük - seyahatname, edebiyat kategorilerinde eserler yazmış popüler bir yazar olarak tanıtılan Cahit Aslan, Çukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi’nde sosyoloji öğretim üyesi olup, aynı fakültede Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı başkanlığını yapmaktadır.
Kafkas kökenli Cahit Aslan aslen Adanalıdır. İlkokul, Ortaokul ve Liseyi Adana’da okuyan Cahit Aslan üniversite eğitimlerini Ankara’da tamamlamıştır. Lisans ve Yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde, Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi’nde tamamlayan Cahit Aslan, Doçentliğini de sosyoloji alanında almıştır. Halen Çukurova Üniversitesi’nin farklı fakültelerinde (Eğitim, İİBF, Ziraat, Fen-Edebiyat ve İletişim Fakülteleri) ve bu fakültelerdeki değişik bölümlerinde sosyoloji dersleri vermektedir.
Soru 1- Emile Durkheim'in anomi kavramını kısaca ele alıp Türkiye tarihinde en büyük anominin ne zaman yaşandığına dair bilgi verir misiniz?
Sosyal bilim alanında ilk defa Emile Durkheim tarafından kullanılan anomi kavramı köken olarak Yunancadan gelmektedir ve bazı toplumsal düzenlemelerin ortadan kalktığı durumlarda kişilerin üzerinde denetleme gücünün ortadan kalkması sonucunda ortaya çıkan normsuzluğu tanımlamaktadır. Türkçeye bu kavram ‘kuralsızlık, kuralların olmaması’ olarak çevrilmiş ve bu şekilde tanımlanmıştır. Daha ayrıntılı bir tanım ile kavram açıklanacak olunursa toplumda ya da bireyde belirli değerler olarak kabul edilen kuralların artık geçerliliğini kaybetmesi ve işlevlerinin durması olarak tanımlamak mümkündür.[1]
Her ne kadar Durkheim “anomi” kavramını ‘Toplumsal İşbölümü’ adlı doktora tezinde dile getirmişse de kavramı daha iyi anlamamız için yine onun eseri olan modern, endüstrileşmiş Batı Avrupa toplumlarındaki anomik durumun somut göstergesi olarak kabul ettiği “İntihar” adlı eserine bakmak daha faydalı olacaktır. Durkheim’nin bu eserindeki ana fikri şudur: “Toplumsal işbölümünden kaynaklı olarak bir arada olan milyonlarca insan gerçekten, zihnen de bir arada durmakta mıdır? Yoksa bireyle toplum arasındaki bağ aşınmakta mıdır?” Kendisinin intihar sınıflamasından yola çıkarak Durkheim’ın vardığı sonuç, intihaların belirli türünde meydana gelen yüksek orandaki artışlar göstermektedir ki birey ile toplum arasındaki bağ her geçen gün zayıflamaktadır. Bu durum aynı zamanda toplumsal çözülmeye de işaret etmektedir.
Durkheim sosyolojik olarak dört tür intihar tipi tespit etmiştir:[2] Özgeci, Kaderci, Bencil ve Anomik intiharlar. “Özgeci” diğer bir ifadeyle altrustik intihar türünde toplum bireyden intihar etmesini talep eder. Bu tür toplumlarda toplumsal bütünleşme çok güçlüdür. Bu tür intihar eylemlerine Japon kültüründe yer edinmiş olan “harakiri” örnek verilebilir. “Kaderci” intiharda yine yoğun toplumsal baskılar söz konusudur. Toplumsal kısıtlamalardan bir şekilde kurtulmuş olan bireyler sonu intiharlara varan bir takım yıkıcı eylemlere girişebilmektedir. Durkheim bu tür intihar olgusu üzerinde pek durmamıştır. Onun esas ilgisini diğer iki tür intihar olgusuna yöneliktir. Bireylerin daha büyük toplumsal birimle çok iyi bütünleşemediği toplumlarda ve gruplarda daha ziyade “Bencil” intihar türü meydana gelir. Çünkü bütünleşme eksikliği, bireyin toplumun parçası olmadığı şeklinde bir duyguya kapılmasına yol açar. Özellikle hayal kırıklıklarının üstesinden gelmemiz sağlayan genel bir ahlaki destek duygularının azaldığı hissine kapıldığında birey en küçük hüsranda intihara eğilimli olur. Örneğin bekârlar evlilere oranla daha çok intihar etmektedir. Tam tersine savaş gibi ulusal kriz dönemlerinde intihar oranları düşmektedir. Çünkü burumda birey kendis sorunlarını geriye atmakta savaş gibi kolektif soruna yönelmektedir. “Anomik” intiharlar ise toplumun düzenleyici güçlerinin aksadığı zaman ortaya çıkmaktadır. Köksüzlük ve normsuzluk duygularının yoğunlaştığı hızlı toplumsal değişmelerinin olduğu dönemlerde sıklıkla görülür. Bu dönemde adeta gerçeklik, hayal gücünün rüyalarıyla karşılaştırıldığında değersiz görünür. Artık toplum düzenin ve birliği bozulmuş, birtakım norm ve değerler kaybolmuştur. Bu dönemlerde intihar oranları hızlı bir şekilde artar. Ekonomik kriz dönemleri böyledir. Boşanma oranları ve buna bağlı intiharlar da anomiktir.
Burada şunu not etmeliyiz ki Durkheim herhangi bir bireyin niçin intihar ettiğiyle ilgilenmedi, daha ziyade toplumun bir kesiminin diğerlerinden daha yüksek bir intihar oranına sahip olduğuyla ilgilendi. İşte burası toplumsaldır dolaysıyla sosyolojiktir. Burada Durkheim topladığı boylamsal ve enlemsel verileri farklı toplumsal kesimleri ve aynı toplumsal kesimin zaman içindeki intihar oranlarını değerlendirdi. Bunu yaparken bir toplumsal olay olarak ele aldığı intihaları yine bir başka toplumsal olaylarla karşılaştırdı ve intihar olgusunu onlarla açıklamaya çalıştı. Örneğin sosyal olgular olarak “kolektif duygular”daki değişimler büyük, coşku, öfke ve acıma dalgaları gibi “toplumsa akımlar”daki değişmelere yol açtığını, bunların ise intihar oranlarını arttırdığını tespit etti.
Tabi ki anominin tek göstergesi intihar oranlarındaki artış değildir, daha birçok göstergeler vardır. Örneğin suç oranları ve türlerindeki artış, şiddetin yoğunlaşması ve yaygınlaşması, rüşvetin, adam kayırmacılığın, liyakat yerine sadakat ilişkilerinin geçerli olmaya başlaması, boşanma oranlarındaki artış, tükenmişlik sendromları da buna dâhil edilmelidir. Son dönemlerde görülen beyin göçlerimiz, özellikle yetişmiş uzman hekim göçleri önemli göstergeler arasındadır.
Tekrar sorduğunuz sorunun köküne dönersek, Türkiye’deki anomik durumu intihar istatistikleri açısından ele almamız mümkündür.
Türkiye’deki intihar olgusu vakalarının gerçekleştiği tarihteki ülke nüfusuyla bağıl değerlendirirsek şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
1974 yılı: 618 intihar, ülke nüfusu: 38,37 milyon; 1994 yılı: 1.536 intihar, ülke nüfusu: 57,56 milyon; 2014 yılı: 3.169 intihar, ülke nüfusu: 77,23 milyon; 2019 yılı: 3.406 intihar, ülke nüfusu: 83,43 milyon.
Yıllar itibarıyla beraber ülke nüfusu artmaktadır. Fakat intihar oranlarındaki artış nüfus artış oranından oldukça fazladır. Aynı olgu ülkenin son yirmi yılındaki yoğunluk bakımından ele aldığımızda ise şu sonuçları elde ediyoruz:
Türkiye’de 2002-2019 yılları arasında geçim sıkıntısı nedeniyle 5 bin 806 kişi intihar ettmiş. Vakalar son 20 yılda artış göstermiş. Örneğin 2016 yılında 20-24 yaş arası 355 kişi yaşamına son verirken, bu sayı 2019 yılında 414’e çıkmış. Sadece 2019 yılında 3 bin 406 kişi intihara bağlı olarak yaşamına son vermiş. 3 bin 406 kişinin, yüzde 9,4’ü (321 kişi) geçim sıkıntısı nedeniyle intihar etmiş. Ayrıca Müzik ve Sahne Sanatçıları Sendikası (Müzik-Sen) verilerine göre getirilen konser yasakları ve pandemi nedeniyle kısıtlamalarla birlikte yaklaşık 700 bin müzisyen işsiz kalmış, 100’ü aşkın müzisyen ise intihar etmiş.[3]
Kısaca ülkenin modernleşmesi, endüstrileşmesi ya da Çağdaşlaşması ne dersek diyelim Türkiye’nin geçirmiş olduğu toplumsal değişmesine paralel olarak intihar oranlarında da artış meydana gelmektedir. Bu durum son yirmi yıl içinde bariz bir şekilde görülmektedir. İntihar sebepleri açısından en son istatistikler göstermektedir[4] ki bu intiharlar Durkheim sosyolojisi açısından “Bencil” fakat daha ziyade “Anomik” intiharlara benzemektedir. Ayrıca medeni durumlar açsından değerlendirildiğinde Türkiye’de intihar edenlerin yarısından fazlası evli olduğu görülmüştür. Yani evlilik genel tabloda intihardan koruyucu bir faktör gibi durmuyor.[5] Bu durum da ailenin işlevselliğinin anomik açıdan tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Burada sosyal bağların zayıflığının intihar riskini artıran bir etken olmasının yanı sıra toplumsal sinizm[6] ve otoriteryenliğin intihar riskini artırdığını da unutmamak lazım.
Soru 2- Durkheim'in anomi kavramı farklı çevrelerde farklı olarak anlamlandırılmaktadır. Bir sosyolog olarak sizce anomiyi nasıl ele almak gerekmektedir?
İlk defa klasik sosyoloji kuramcısı olan Durkheim tarafından anomi kavramı kullandı fakat “ardından gelen sosyologlar için anomi sosyal normlar ve kuralların etkinliklerinin ve önemlerinin azalması sonucunda fertlerin düzensiz, kararsız, dikkatsiz ve belirsizlik içine girmelerini ifade etmek için kullanılmıştır. Yani anomi durumunda, bireyler hedefleri doğrultusunda ilerlerken ahlaki normlar ve düzenleyici normların gözetiminde hareket etmemeye başlamışlardır. Bu durumda kurallar ve değerler arasında karmaşa ve kuralsızlık baş gösterir. Durkheim aslında anomiyi kurallara uymamadan ziyade, topluluk ve grupların kuralları yerine getirme aşamasında normlara olan inançlarını kaybetmeleri ve bu kaybediş sonucunda yukarıda da belirtildiği üzere belirsizlik ve karmaşaya sebep olan bir durumun ortaya çıkması olarak belirtmiştir.”[7] Yine ondan etkilenen çağdaş sosyoloji kurumları arasından yer alan Yapısal İşlevselci Kuramlar anomi kavramına yeni boyutlar kattılar. Özellikle Rober King Merton bunların içerisinden en önemlisidir.
Merton ilk önce işe işlevselci kuramların bir eleştirisi ile başladı. İşlevselci paradigmaların eleştiri ise tekrar işlevselciliğe önemli bir katkı sağladı. Daha sonra anomi kavramına yönelerek bu kavramı, bazı olguları daha açıklayıcı hale getirdi. Bir sosyolog olarak bir yönünü eleştirmekle beraber (ki daha ziyade yabancılaşmayı tercih ederim –ki bu başka bir söyleşinin konusu olmalı) anomi konusunda benim de benimsediğim bir kuramdır. O yüzden ilk önce Merton’a bakalım.
Merton kültür, yapı ve anomi arasındaki ilişkiyi çözümleyerek işe koyuldu. Ona göre “kültür” belli bir toplum veya grubun üyelerinin paylaştığı, davranışlarını yöneten örgütlü normatif değerler dizi, “toplumsal yapı” ise belli bir toplum veya grubun üyelerinin çeşitli şekillerde içinde bulundukları örgütlü toplumsal ilişkiler dizisidir. Anaomi ise kültürel normlar ve amaçlar ile grubun üyelerinin onlarla uyum içinde davranmaları için gerekli olan toplumsal olarak yapılaşmış yetenekleri arasında aşırı bir ayrışma olduğunda ortaya çıkar.[8] Kısaca ona göre anomi “kültürel amaçlar ve bu amaçlara ulaşmayı sağlayan kurumsal araçlar arasındaki kopukluğun bir sonucu meydana gelir. Eğer toplum barındırdığı kültürel hedeflerin edinilmesi için kurumsallaşmış (yapısal) araçları sağlarsa anomi var olmaz.[9]
Kültürel amaçlarla bu amaçlara ulaşmak için kullanılan kurumsallaşmış araçlar arasında şu olasılıklar ve anomik sonuçlar vardır:
Davranış şekilleri |
Kültürel amaçlar |
Kurumsal araçlar |
Uyum |
+ |
+ |
Yenilik yaratma |
+ |
- |
Şekilcilik |
- |
+ |
Geri çekilme |
- |
- |
İsyan |
+,- |
+,- |
Burada “+”lar kabulü “-”ler reddi göstermektedir. Eğer bir toplumda bireyler hem kültürel amaçları benimsiyor hem de bu amaçlara ulaşmak için kurumsallaşmış yolları kullanıyorlarsa bir “uyum” söz konusudur. Böyle toplumda değişme çok yavaş olur. Fakat tamamen uyumlu bir toplum da mümkün değildir. Eğer bireyler kültürel amaçları benimsiyor ama bu amaçlara ulaşmak için kurumsallaşmış araçların dışına çıkıyorsa “yenilik yaratma” var demektir. Yeni bir müzik türü, yeni bir edebiyat akımı böyle bir ortamda çıkar. Fakat her zaman bu iyi niyette olmaz. Örneğim toplumumuz da statü sahibi olmak kültürel amaçlar açsından anlaşılır bir şeydir. Atasözümüz de şöyle der zaten: Yeter ki bir baş ol istersen soğan başı ol. Fakat yakın dönemde köyden şehre gelmiş ve toplumsal hiyerarşinin en altında yer alan bir ailenin üyesi olarak bir bireyin liyakate dayalı bir statü elde etmek yerine “FETÖ” benzeri bir cemaate girerek sadakate dayalı statü elde etme çabası içine girebilir. Oysa bir fahişenin ya da uyuşturucu satıcısının da yaptığı bundan farklı değildir. O da evet para kazanmak istiyor fakat benimsediği araçlar toplumun bireylere sunduğu araçlar değildir. Tam tersine bireylerin kültürel amaçları reddediyor ama kumsal normlara aşırı bağlılığı söz konusuysa “şekilcilik” egemen demektir. Örneğin kültürel başarı/zenginlik elde etmek amacından vazgeçen fakat geçinmek için meşru yolda kalmaya devam edenlerin kategorisidir. Yönetime ulaşma hedefi olmayan, kendisini işine vermiş işçiler şekilcidir. Bazen bireyler hem kültürel amaçları hem de kurumsal amaçları reddedebilir. Bu durum da “geri çekilme”dir. Uyuşturucu bağımlıları ve evsizler bu kategoride bulunmaktadır. İntiharları da burada değerlendirebiliriz. Diğer yandan toplumsal yapının tamamen dışına çıkarak yeni ve değişik bir yapı kurma çabası da olabilir. Bu da “isyan”dır. Toplumsal ve siyasal devrimler bu süreçlerin ürünleridir.
Genel olarak anomi yaygınlaşırsa mevcut toplumda “aynı zamanda kültürel yozlaşmayı da beraberinde getirir. Kişi, aldığı eğitimin ya da entelektüel seviyesinin bir işe yaramadığını görür. Belli başlı kişilere ve gruplara tanınan imtiyazlar, liyakat odaklı değil, şansa ve çevreye bağlı olduğu takdirde anominin görülme riski daha da artar. Başarının ve yeteneğin yerini maddi değerlerin aldığı toplumlarda, anominin sonuçları çok daha yıkıcı olur. Bunun sonucunda toplumdaki belli başlı meslek grupları ve bireyler arasında çatışma başlar. Hiyerarşik bir yapıda olan toplumsal kurallar geçerliliğini yitirir. Medya, eğitim kurumları ve toplum tarafından dayatılan normlarla bireye özgü olan değerler çelişmeye başlar. Bu çelişki zamanla çatışmaya dönüşür. Kısaca:[10] 1- Kişinin ideallere ve kanaat önderlerine olan bağlılığı azalır. Girişimlerinde başarısızlığa uğrayan, toplum tarafından dışlanan ya da sürekli baskı altında tutulan bireyler, kendisine dikte ettirilen kuralların gerekliliğini sorgulamaya başlar. Emile Durkheim'a göre, usulsüzlerin, haksızlıkların ve eşitsizliğin yoğun olarak yaşandığı toplumlarda anomi kaçınılmaz bir sonuçtur. 2- Anomi ile birlikte yabancılaşma ortaya çıkar. Birey hem dini hem de milli değerlere karşı soyutlanır. Medya ve eğitim kurumları aracılığıyla kendisine empoze edilen fikirlerin gerçek olmadığını düşünmeye başlayan fert, hem maddi hem de manevi olarak çöker. 3- İdealizmin yerini eylemsizlik alır. Ne kadar çabalarsa çabalasın, istediklerinin olmadığını gören bireylerde (aboli) istek yitimi ortaya çıkar. Kişi idealleri için mücadele etmek yerine, toplumsal normların dışına çıkar. Bu ise suç oranlarının çok hızlı bir şekilde artmasına neden olur.
Anominin zararlı sonuçlarını en aza indirgemek için toplumda özgürlük ve eşitlik sağlanmalıdır. Kişilerin kurallara ve yasalara saygı göstermesi için, söz konusu kuralların herkese eşit bir şekilde uygulanması gerekir. Aksi takdirde huzur ortamı yerini kaosa ve kuralsızlığa bırakır. Nepotizm (adam kayırmacılık) ve fırsat eşitsizliği de anominin en temel nedenlerinden biridir. Sadece belli başlı kişilere tanınan ayrıcalıklar, toplumsal ilkelerin ve kuralların eskisi kadar önemsenmemesine neden olur.”[11]
Soru 3- Normal toplum uyumlu toplumdur, Durkheim'e göre ülkemiz gerçekten uyumlu toplum mudur? Değilse nedenlerinden kısaca bahseder misiniz?
Klasik dönem kuramcılardan K. Marx’ın çatışmacı toplum anlayışının tersine Durkheim vb. kuramcılar uyumlu, dengeli toplum arayışı içindeydiler. Bu yüzden de benzeştirme ilkesinden (anolojik) yararlanarak canlı organizmaları değerlendirdiler.
Bir toplumun dengeli ya da uyumlu olmasından ne kastediliyor önce ona bakmamız lazım; özelde de Durkheim’in doktora tezi olan “Toplumsal İşbölümü” eserini değerlendirmeliyiz. Durkheim bu tezinde dayanışma türlerine göre “Mekanik Dayanışmalı” ve “Organik Dayanışmalı” toplum şeklinde iki toplum tipolojisi ortaya koyar.
Durkheim'ın mekanik dayanışmaya dayalı toplum dediği olgunun Marx'ın feodal toplum, Tönnies'in cemaat (Gemeinschaft) dediği topluluk tiplerine denk düştüğünü görüyoruz. Bu topluluk tipinin en karakteristik özelliği toplumu meydana getiren bireylerin benzeşikliğidir. Topluluğu oluşturan üyeler birbirlerinden farklılaşmamıştır ve aşağı-yukarı birbirlerine benzer rollere sahiptirler. Bu tür toplumlardaki ilişkiler yüz yüze yani birincil ilişkilerdir, üretim kendine yetimlik tarzındadır, sosyal ve kolektif bilinç güçlüdür. Kolektif bilinç ise her eylemi ayrıntılı olarak tanımlamış ve bireylere zorla benimsetmiştir.
Mekanik dayanışmaya dayalı topluluğun tersine, organik dayanışmaya dayalı toplumda karakteristik özellik farklılaşmadır. Bu toplum tipinde kolektif bilinç alanı daralmıştır. Buna bağlı olarak sosyal kontrol zayıflamış, ilişkiler yüz yüze olmaktan çıkmış, üretim pazar için üretim halini almış, suç ve cezalar bireyselleşmiş, toplumu oluşturan üyelerin inanç ve kanaatleri çeşitlenmiş ve sekülerleşmiştir. Durkheim'a göre sorun işte burada başlamaktadır. Hedefi “düşünce birliğini sağlayarak bir toplum oluşturmak” olan Durkheim bunu nasıl gerçekleştirebileceğinin, yani kolektif bilincin asgari ölçüde de olsa varlığını devam ettirmesini sağlamanın yollarını aramaya başlamıştır. Ona göre işbölümü ve uzmanlaşma sayesinde toplumun bireyleri arasında dayanışma yeniden ve daha sağlıklı bir şekilde tesis edilecektir. Adına organik dayanışma denilen bu yapıda her birey kendine özgü bir işlev yerine getirir ve bireyler birbirine benzemez, bununla beraber hepsi yaşam için zorunlu organlara benzerler.[12] Kısaca toplumu, temelde aynı şeyleri yapan insanlar arasındaki benzerlikler bir arada tutmaz. Bunun yerine, insanları, birbirlerine bağımlı olmaya zorlayarak bir araya çeken işbölümünün kendisidir. Bu haliyle işbölümü yeni bir toplumsal ahlak türü olacak kadar toplumsal ahlakın kayboluşunu temsil etmektedir[13]
Durkheimci düşüncenin temel sorunu, bireylerin bir toplum oluşturmaları, yani toplumsal varoluşun koşulunu, düşünce birliğini sağlamaları nasıl mümkün olabilmektedir sorusudur.[14] Bu sorunun cevabı kısaca “kolektif bilinç”tir. Bireylerin gerçek anlamda özgür olabilmeleri ve görevlerini yerine getirebilmeleri için, kendilerini iyi örgütlenmiş bir toplum içerisinde bulmaları gerekir. Kurumsallaşmasını sağlıklı bir biçimde tamamlamış toplum, yabancılaştırıcı olmaktan öte yararlıdır.[15] Kolektif bilinç sağlıklı biçimde tesis edilemediği/konsensüs sağlanamadığı ve kurumsallaşma tamamlanamadığı takdirde anomi kaçınılmaz olacaktır. Ancak kolektif bilincin etkisi toplumu belirleyen dayanışma türüne göre değişmektedir.
Durkheim organik dayanışmayla beraber insanlar arasında yani toplumun yapısında farklılaşmaların meydana geleceği ve bu farklılaşma-değişimin sonucunda da bozulmaların doğacağına vurgu yapmıştır. İşte burada Durkheim “Normal” ve “Patolojik” ayrımını yapar. Tıpkı canlı organizmalarda olduğu gibi toplumlar fonksiyonel uyumlu-bütünlük içindedir. Toplumu meydan getiren her bir parça toplumsal bir veya birçok ihtiyacı karşıladığı için vardır. Toplumun içinde iktisadi ilişkiler, sınıf ilişkileri dahi buna göre yorumlanır. Fakat toplumsal işbölümü sayesinde toplumsal değişme meydan gelip toplum organik dayanışma düzeyine geçince yeni toplumsal ihtiyaçlar çıkar ve böylece bu ihtiyaçları karşılamak üzere yeni toplumsal kurumlar, yapılar meydana gelir. Örneğin otomobilin icat olmadığı toplumlarda trafik işaret ve işaretçilerini de bulamazsınız. Dolaysıyla otomobil tamircisini de. Otomobilin icadı ve yaygınlaşmasına paralel otomobil kazalarını meydana getirdi ve bir trafik düzeni ihtiyacı gelişti. Buna paralel maddi hasarlar da ortay çıktı. İlk önce trafik işaret ve işaretçileri icat edildi zamanla da kasko kurumu ortaya çıktı. Bu rolleri, çok önce, otomobilin henüz kullanılamadığı mekanik dayanışmalı topluma taşıdığımız düşünelim. Hiçbir işlevinin olmayacağı apaçık ortadadır. Keza mekanik dayanışmalı toplumda fonkisyonel olan bir kurum, rol veya yapı toplum değişmesine organik dayanışmalı bir toplum düzeyine geçmesine rağmen varlığını sürdürmesi fonksiyonel olmayacaktır. Hatta bunların ısrarla varlığı toplumun bütünlüğünü bozacağından patolojik olacaktır. Örneğin, pek tabi ki çiftçilik ile geçinen bir aile tarlasını karasaban ile sürebilir, hayvan gücünden yaralanarak toprağını işleyebilir. Bu onun özgürlük alanıdır. Fakat traktörün yaygınlaştığı bir toplumda bu tercih o çiftçinin iflasıyla sonuçlanacaktır. İşte bu basit örnekleri tüm toplumsal kurumlar için düşünebiliriz (fakat burada Merton’un latent ve disfonksiyonlar kavramını bir kenarda saklı tutmak kaydıyla). Keza o çiftçi öküzlerini çok sevse de kasaba satacaktır o parayla en kısa sürede kendine bir traktör alacaktır (bura da yine Durkheim’in sosyal olguların bireylerin dışında ve bireylere baskı kurma özelliğini de görebiliriz).
Türkiye’ye gelecek olursak, Türkiye’nin toplumsal dönüşüm dönemlerine bakmalıyız. Bunlardan ilki kırdan kente göçün büyük bir ivme kazandığı 1950’li (ki bunun sosyal ve siyasal sonuçları olacak) yıllardır. Özellikle nüfus artış hızının ve kentleşmenin sanayileşmeyle paralel yürüdüğü Batı toplumlarının doğal dinamiklerinin tersine bu dönemde Türkiye’de kırsal kesimde itici faktörler arttı buna paralel kentlere akın başladı. Böylece toplum yapısında artan oranda örgütlenme, işbölümü ve uzmanlaşma, kentlilik bilincinin insan davranışlarına yansıması gibi fırsatlar elde edilmemiştir…
İkincisi ise 1980 askeri darbeyle topluma hem siyasal hem sosyal hem de iktisadi olarak müdahale edildiği dönemdir. Kamuoyunda “24 Ocak Kararları” olarak bilinen kararlar ile 1980 öncesi dönemde uygulanan ithal ikameci büyüme stratejisi terk edilerek, dışa açık büyüme stratejisi uygulamaya konulmuş ve büyüme stratejisi, temel olarak, verimlilikte artış sağlamayı ve iktisadın rekabet gücünü artırmayı amaçlamıştır. Bu çerçevede, piyasa ekonomisinin kurumsallaşması yönünde adımlar atılmıştır. Olağan koşullarda uygulanması mümkün olmayacak kadar sert olan bu ekonomik tedbirleri uygulamaya koyabilmenin ancak askerî darbe koşullarında mümkün olabilmiştir. Ayrıca, yine kamuoyunda “zorunlu din eğitimi” olarak ifade edilen uygulamalar gibi askeri cuntanın toplumsal hayatın bütün alanlarına müdahalesi söz konusudur…
İşte bu birinci dönemin patolojik oluşumları ikinci dönemin de patolojisine zemin hazırlamıştır. Örneğin tarımda emek yoğun üretimden makine yoğun üretime geçilmesine bağlı olarak köylerde büyük bir işgücü fazlası açığa çıkarmış ve köylerden kentlere yoğun bir göç başlamıştır. İnsanlar kendine yetimlik üretimden ve geniş aileye dayalı hayat tarzından koparak (ki bu Durkheim'in benzeşik toplum tipi dediği mekanik dayanışmalı toplumdur) kentlere gelmişler ancak kentin çekiciliğine değil de, köyün iticiliğine dayalı bu göçler sonucunda kentte umduklarını bulamamışlardır. İşte tam da burada Durkheim'in anomi olarak nitelediği durum yoğun olarak yaşanmaya başlanmıştır. Yeterli altyapıdan yoksun kentlere gelen insanlar, başta işsizlik olmak üzere pek çok sorunla karşı karşıya kalmışlardır. Varoş tabir edilen kentin banliyölerinde, gecekondu semtleri mantar gibi çoğalmıştır. Literatüre 'kentsel yoksulluk' olarak girecek olan olgunun temelleri oluştuğu ve kentler yoksulluğun yeniden üretildiği mekânlar haline gelmiştir. Yeterli altyapıdan ve iş olanaklarından yoksun kentlerde, kentlerin kanserleşen hücreleri niteliğindeki gecekondu semtleri büyük bir hızla artmıştır:[16]
Kısaca bütün bu yaşananlara bağlı olarak, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya sağlıklı bir geçiş yaşanamadı. Kentlere göç eden insanlar farklı iş kollarında ve mesleklerde uzmanlaşmaya bağlı bir farklılaşmayı ve bunun getireceği uyumu, yani organik dayanışmayı tesis edemediler. Kırdaki benzeşik-niteliksiz insan malzemesini olduğu gibi kentlere taşımışlardır. Fakat kentlerinin kırsaldan gelen nüfusu emecek koşulları sağlayamadı. Formel sektörlere karşılık informel sektörler artmıştır. Nüfusun şehirlerde oturan oranının artmasıyla, organik dayanışmanın görünümlerinden biri olan, sanayi de çalışan nüfusun artma oranı arasında bir paralellik görülmemektedir. Bütün bunların sonucunda sağlıklı bir organik dayanışmanın tesis edilememesi sonucunda, Durkheim'in anomik iş bölümü dediği, yarı mekanik yarı organik bir toplum tipi ortaya çıkmıştır. Bu toplumun tipinin ürünleri olarak da gecekondulaşma, seyyar satıcılık, hemşeri grupları, kahvehaneler, amele pazarları gibi, işbölümüne dayalı organik dayanışmanın tesisi edildiği bir toplumda görülmesi mümkün olmayan patolojik oluşumlar ortaya çıktı. Bütün bunların sonucunda Türk toplumu cemaatten cemiyete yani mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya sağlıklı bir geçiş yapamadı.
İşte 1980'1erle birlikte, Türkiye nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı bir döneme girilmiş, 1990'1arın ortalarına gelindiğinde ise nüfusun %60'a yakını kentlerde yaşamaya başlamıştır. Günümüzde ise bu oran %90’ları geçmiştir. Örneğin TUİK verilerine göre Türkiye'de 2020 yılında %93 olan il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı, 2021 yılında %93,2 oldu. Diğer yandan belde ve köylerde yaşayanların oranı %7'den %6,8'e düşmüştür.[17]
1980'lerle birlikte yoğun biçimde yaşanmaya başlayan liberal ekonomik sisteme eklemlenme süreci, kentleşme sürecini daha da hızlandırmıştır. Neoliberal ekonomik sisteme eklemlenme süreci, Türk toplumuna kendi kurumlarını ve hayat tarzını dayatmış, kültürel hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılacak araçlar belirlenmiştir. Bu kurguda devlet toplumun aşağı tabakaları için ümit vaat etmez bir konumlanma içine girmiştir. Bu sürece son dönemlerde küreselleşme de eşlik etmektedir.
Bütün bu süreç ve sebeplerden dolayı Merton'ın araçlar ile amaçların kesişme noktasında ortaya çıktığını söylediği anomi, günümüz Türkiye'sinde en yoğun olarak yaşanmaktadır.
Soru 4- Durkheim demokrasiye güvenmektedir. Oysa demokrasi en ideal yönetim biçimi değil midir?
Bu sorunuza yanıtlamak için Durkheim’in evrimci-organizmacı toplum kuramına tekrar dönmemiz ve onun hukuk sosyolojisi içerisine giren görüşlerini değerlendirmemiz lazım. Çünkü onun kuramı hukukun arka plan olarak işlediği işbölümü ve toplumsal dayanışma kuramıdır. Toplumsal dayanışmadaki evrimin göstergeleri hukuktaki değişimdir ve bu nedenle Durkheim hukuku toplumsal dayanışmanın derecesini ölçmede dışsal ve objektif bir ölçü olarak kullanır. Hukuk incelemesini ise hukuki kavramlarla değil, sosyolojik temelde hukuk kurallarının ihlali halinde uygulanan yaptırımların tipleri üzerinden yapar.[18]
Bu konuda Durkheim 1890-1900 yılları arasında Bordeaux’ta, daha sonra 1904-1912 yılları arasında Sorbonne’da verdiği “baskıcı hukuktan onarıcı hukuka” nasıl geçildiğini anlattığı ders notlarının toplandığı “Toplumbilim Dersleri: Geleneklerin ve Hukukun Fiziği”[19] eseri bize yol göstericidir:[20]
Ahlakla hukuku, bir bütün olarak gören Durkheim, bu iki olguyu yaptırım üzerinden açıklar. Ahlakın ve hukukun “yaptırıma bağlanmış davranış kurallarından oluştuğunu” belirtir. Yaptırım insan davranışının sonucudur, fakat kendiliğinden ortaya çıkmaz: Yaptırım “edimin daha önceden saptanmış bir davranış kuralına uygun düşüp düşmemesinin sonucudur.” Örneğin bir kişi hırsızlık yaptığında cezalandırılır. Çünkü mülkiyet hakkını koruyan bastırıcı tepki, başkasının mülkiyetine saldırıyı yasaklamıştır. Bu nedenle “hırsızlığın cezalandırılmasının tek nedeni, yasaklanmış olmasından dolayıdır.” Mülkiyeti tamamen farklı düşünen bir toplumda hırsızlığın yasak olmadığını düşünelim. Bu durumda hırsızlık cezalandırılmayacaktır. Davranış aynı olduğu halde, iki farklı toplumda aynı davranışa karsı aynı tepki olmayacaktır. Bu noktada yaptırımın, davranışın doğasından ortaya çıkan bir sonuç olmadığı görülür.
“Yaptırım, tümüyle, bu edimin ona izin veren ya da yasaklayan bir kuralla desteklediği ilişkiye bağımlıdır. İste hukukun ve ahlakın tüm kurallarının yaptırımla tanımlanmasının nedeni budur.” Bu nedenle Durkheim ahlak ve hukuk incelemesi yaparken, yaptırımı birincil araştırma konusu olarak tanımlar. Durkheim iki türlü kural olduğunu belirtir: “Bir bölümü ayrımsız olarak bütün insanlara uygulanan kurallardır. İster kendimiz, isterse benzerlerimiz için insanlığa nasıl saygı göstermek, onu nasıl geliştirmek gerektiğini saptayan bütün kurallar, bütün insanlar için geçerlidir.” Evrensel ahlak kuralları olarak adlandırılan bu kurallar ikiye ayrılır: Birincisi bireysel ahlak kuralları, ikincisi ise insanların diğer insanlarla olan ilişkisini ilgilendiren kurallar. Birinciler bireyin bilincinde ahlakın temel ve genel dayanaklarını yerleştirirler, ikinciler ise “insanların, insan olma niteliği ile birbirlerine karsı taşıdıkları ödevleri” belirler. Evrensel ahlak kuralları içinde yer alan bu iki kural türü birbirini tamamlar niteliktedir. Birincisi bireyde ahlakın yerleşmesiyle ilişkiliyken, ikincisi ahlakın en yüksek bölümünü oluşturur ve birincinin kurduğu temel üzerinde yükselir.
Bunların dışında yer alan başka türden kurallar ve bunların getirdiği ödevler de vardır ki bunlar sadece bazı insanlarda bulunan özel niteliklerle ilgili ödevlerdir: Aile hukuku ve ahlakı, yurttaşlık ödevleri bunlara örnek teşkil eder.
Yurttaşlık ahlakı, bireyle siyasal kümenin arasındaki ilişkileri ifade eder. Her siyasal kümede yönetenler ve yönetilenler, güç sahipleri ile ona bağımlı olanlar arasında bir karşıtlık vardır. Ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte siyasal toplumun unsurları arasına belirli bir toprak parçasının olması, nüfusun sayısal olarak belirli bir büyüklüğe ulaşmış olması katılır. Fakat Durkheim’ın siyasal toplum tanımında vurgu kümeler arasında hiyerarşik ilişkiye ve egemen erkin üstünlüğünedir. Buna göre: “Daha genel bir bakışla, bir toplum değişik niteliklerde ikincil kümelerin birleşiminden oluşuyor ama kendisi daha geniş bir topluma göre ikincil bir küme niteliğinde bulunmuyorsa, kendi basına ve değişik türden bir toplumsal bütünlük oluşturuyor demektir. Buna biz siyasal toplum diyeceğiz ve onu söyle tanımlayacağız: Az ya da çok sayıdaki ikincil kümelerin birleşmesinden kurulan ve kendisi daha üstün başka hiçbir düzenli erkten kaynaklanmayan bir erke bağımlı olan toplum.”
Devlet ise bağımsız bir siyasal toplumda ortaya çıkar; diğer bir ifadeyle “kendisi üstün bir organın astı” değilse, o “siyasal toplum, tam anlamıyla bir devlet oluşturur.” Devlet, hem yönetilen halkı, hem de onun hükümetini içeren siyasal toplumun ifadesidir. Devlette, egemen erk, özel görevliler aracılığıyla temsil edilir. Bir kurum olarak devlet ile siyasal toplum yaşamı bir ve aynı şey değildir. Örneğin meclis ve hükümet, ulus kitlesiyle temas halindedir ve karar verirken kitlesinden etkilenir. Fakat “devlet, kendisi adına düşünüp karar almaktadır.”
Devlet, toplumu yönlendiren, topluluğun yapımı olmayan ve bilinçli bir şekilde oluşturulan tasarımların yapıldığı, kendine özgü görevleri olan bir toplumsal kümedir. Devlet, hiçbir şeyi yürütmez, sadece buyruklarını bildirir. Diğer bir ifadeyle “devlet, toplumsal düşünme organının tam kendisidir.”
Durkheim, devletin görevinin, bireyin haklarını korumak olduğunu söyler. “Bu, toplumun yetinmemesi gereken, ama altına inilmesine de izin vermemesi gereken en alt çizgidir; bu zorunlu güvencenin tümüyle ya da bir bölümüyle ortadan kalkması durumunda, toplumun onun yerine bize sağlayacağı rahatlığın hiçbir değeri olamaz.” Durkheim, bireyin haklarının Kant’ın belirttiği insan olması hasebiyle doğuştan sahip olduğu haklar olmadığını; devletin bireyin haklarını yarattığını, örgütlediğini ve gerçekliğe dönüştürdüğünü belirtir. Bu bağlamda Durkheim’ın doğal hukuk karşısında yer aldığını görürüz. Eğer haklar doğal hukukçuların perspektifinden belirlenirse, bu haklara sınır çizilmiş olur. Oysa Durkheim hakların gelişimini toplumun gelişimine bağlar ve böylece sınırlamaları kabul etmez.
Durkheim’in devlete biçtiği işlev, devletin içinden bulunan değişik toplulukların birey üzerindeki baskılarını önlemek ve bu baskılardan “bireylerin kişiliklerini özgürleştirmektir. Fakat devletin kendisi de onu durduran bir karşı güç olmadığında “kıyıcılaşabilir.” Devlet tek ortak erk olduğu durumda, diğer bir ifadeyle onu dizginleyecek başka güçler olmadığında küçük toplulukların yaptığı gibi ezici bir niteliğe kavuşur ve bu daha katlanılamaz bir şeydir; çünkü yapay bir kurum olarak devlet bireylerden uzaktır. Toplumsal alandaki küçük kümelerle egemen erk olan devlet arasındaki karşıtlık, karşılıklı güçlerin denetlenmesini ve sınırlanmasını getirir ve “bireysel özgürlükler de toplumsal güçler arasındaki bu çatışmadan doğmaktadır.”
İşte Durkheim, modern devleti hak ve özgürlüklerin koruyucusu olarak tanımlamış ve buradan da devlet biçimlerinden demokrasinin böyle bir devlet için en iyi yönetim olduğuna ulaşmıştır. Durkheim’a göre yönetim biçimlerini belirleyen şey Montesqueiu’nun ileri sürdüğü gibi yöneticilerin sayısı değildir. Yönetim biçimlerini belirleyen şey yönetenler ile yönetilenler arasındaki iletişimle ilgilidir. Yönetim her zaman sınırlı bir organ tarafından gerçekleştirilir. Devlet, ne yapıp ettiğini yurttaşlara açık eder ve yurttaşların toplumsal hayatı hakkında “düzenli aralıklarla ve dahası kesintisiz olarak” bilgi alırsa, devletle toplum arasında karşılıklı etkileşim gerçekleşir. İste bu demokrasiyi olusturur.129
Devletin bilgi toplarken, toplumun içindeki görüşlerin en yaygınlarını alıp uygulamamalıdır. Elbette toplumunu isteklerini, düşüncelerini, geleneklerini ele alacaktır, fakat devlet sadece bunları yansıtırsa gereksiz ve işlevsiz organ haline gelir; toplumla aynılaşmış olur. Devlet, toplumdan her türlü bilgiyi almalı, bunları değerlendirmeli ve toplum için yararlı olanı bulmak için kullanmalıdır: Devlet, toplumun beyni olmak üzere kurulmuş bir organ olduğu için, bu onun varlık nedenidir.
İşte Durkheim’in bu çözümlemesi Batı toplumlarında demokrasi bir “ide” olmaktan çıkmış o toplumsal bir gerçeğe dönüştür.
[1] Şeyma Nur Eser, https://sanalmecmua.com/2020/09/21/emile-durkheim-ve-anomi/
[2] Ritzer, G & Stepnisky, J. (2018). “Sosyoloji Kuramları”. Çev.: H. Hülür. Ankara: De Ki Yayınları.
[3] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akpnin-20-yildaki-intihar-bilancosu-ortaya-cikti-1816146 (01.09.2022)
[4] Hastalık (%21.75), aile içi sorunlar (%10.19), geçim sıkıntısı (%8.98), aşk (%4.68), ticari başarısızlık (%1.89), bilinmeyen (%42.39), diğer (%10.12).
[5] https://teyit.org/intihar-dosyasi-ii-turkiyede-intiharlar
[6] TDK: Kinizm adıyla da bilinen sinizm, para, ün, din, evlilik ve aile gibi olguların tamamını reddeden radikal bir disiplindir. Sinizmde, özgürlük, hiçbir şeye muhtaç olmamak şeklinde tanımlanmıştır.
[7] Şeyma Nur Eser, aynı eser.
[8] Ritzer, G & Stepnisky, J. (2018), aynı eser.
[9] Poloma, M. (1993). “Çağdaş Sosyoloji Kuramları”. Çev.: H. Erbaş. Ankara: Gündoğan Yayınları.
[10] https://www.hurriyet.com.tr/egitim/anomi-nedir-sosyolojide-anomi-kurami-hakkinda-bilgi-41856200
[11] https://www.hurriyet.com.tr/egitim/anomi-nedir-sosyolojide-anomi-kurami-hakkinda-bilgi-41856200
[12] Yücel Can, http://isamveri.org/pdfdrg/D02637/2004_2/2004_2_CANY.pdf
[13] Ritzer, G & Stepnisky, J. (2018), aynı eser.
[14] Tolan, Barlas. (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı: Anomi ve Yabancılaşma, Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi Yayınları.
[15] Bottomore, Tom ve Nisbet, Robert. (1990). Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara: V Yayınları.
[16] Can, Yücel (2004). “Durkheim ve Merton'ın Anomi Kuramları Bağlamında Cemaatten Cemiyete Türk Toplumu”. Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Sayı 1: 95-105
[17] Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları, 2021https://data.tuik.gov.tr (4 Şubat 2022)
[18] Yükselbaba, Ülker (2017). Emıle Durkheim’a Göre Toplum, Düzen ve Hukuk: Hukukun ve Cezanın Evrimi”. İÜHFM C. LXXV, S. 1: 191-226.
[19] Durkheim, Emile (2016). “Toplumbilim Dersleri: Geleneklerin ve Hukukun Fiziği”, Çev.: Ö. Ozankaya. İstanbul: Cem Yayınevi.
[20] Yükselbaba, Ülker (2017) aynı eser.