İnsan Hakları Felsefesi Üzerine Doç. Dr. Armağan Öztürk’le Söyleşi

Felsefe-Mantık - Doç. Dr. Armağan ÖZTÜRK / Hasan GÜNEŞ

1. İnsanın diğer canlılar arasında değerini belirleyen etkenler nelerdir? Bahsi geçen değerler arasında onurun yeri ve önemi nedir? Bu değere yeterince dikkat edildiğini düşünüyor musunuz?

İnsan hakları bir yere kadar insan merkezci bakışın etkisi altında gelişti. İnsanların insan olmak bakımından değerli kabul edilmesi insan türünün iç çeşitliliğini haklardan yararlanma bağlamında ölçüt olmaktan çıkarıyordu. Yani dil, etnik köken, ırk, cinsiyet, dini inanç ve siyasi görüş gibi belli başlı farklar insanlar arasında ayrımın gerekçesi olarak kullanılmayacaktı. Bu son hatırlatma bağlamında insan hakları düşüncesi insan türünün tüm üyeleri için genel bir ayrımcılık yasağı anlamına da gelmekteydi. Tabii bu normatif düzey ile pratikte yaşananlar arasında ciddi tezatlıklar olduğunu söylemek gerekir. İnsan hakları listesi toplumsal mücadeleler tarihine paralel bir şekilde gelişmiştir. İngiliz, Fransız ve Amerikan Devrimlerine ve bu Devrimler aracılığıyla popülerleşen temel insan hakları metinlerine baktığımızda hak öznesinin önemli ölçüde mülkiyet sahibi beyaz erkekler olduğu görülecektir. Zamanla mülkiyet, ırk ve cinsiyet hak sahibi olmada ayırt edici unsurlar olmaktan çıktı. Yine de bitmiş bir süreç yok. Ayrımcılık ve eşitsizlik devam ettiği müddetçe insan hakları mücadelesi de devam edecek. Pek çok ülkede hala kadınların erkeklerle, eşcinsellerin heteroseksüellerle ve yabancıların vatandaşlarla eşit olmadığı olgusu düşünüldüğünde alınacak çok mesafe var. O halde öncelikle şu tespit yapılmalı: İnsan hakları hem haklardan yararlanan insanlar bakımından hem de hakların sayısı ve türü bağlamında genişledi. İki yüz öncesi durumla karşılaştırıldığında daha eşitlikçi bir insan hakları perspektifine sahip insanlık. İnsan sayılmayan ya da yeterince insan sayılmayan pek çok kesim insan haklarının tam hak öznesi artık.

İnsanlarla diğer türler arasındaki ilişkiyi tartışmaya açtığımızda ise karşımıza başka bir manzara çıkıyor. İnsan hakları hümanist bir bakış açısının ürünü. İnsanı hak öznesi kabul edip, onun doğuştan sahip olduğu düşünülen hakları dokunulmaz saydığımızda insanı değerli, onurlu ve hatta kutsal bir varlık olarak kabul etmiş de oluyoruz. Yani insanların haklarla donatılmasıyla insanın insan olmak bakımından değerli görülmesi süreçleri arasında organik bir ilişki var. Hümanizma temelinde insan severlik olmadan insan haklarını makul görmek çok da kolay değil. Kolaylıkla fark edileceği üzere hümanizma-insan hakları ilişkisine yönelik iki temel itiraz noktası söz konusu: Öncelikle insanı bu denli merkeze alan bir bakış açısı insan merkezli bir evren ve dünya tasarımına yol açıyor. Bahsi geçen tasarım ise başta hayvanlar ve bitkiler olmak üzere dünyadaki her şeyi insanın aracı haline getirmekte. Ekolojist düşüncenin geldiği düzey insan merkezciliğin dünyayı ne hale getirdiğinin acı bir hikayesini sunuyor okuyucusuna. Demek ki, insanın değerli bir varlık olduğunu kabul etmekle insan türünü diğer canlılardan üstün görmek arasında bir bağlantı var. Bahsi geçen ilişki insan haklarının doğa korumaya ve hayvan haklarına zarar verecek şekilde yorumlanmasına yol açabilir. İkinci önemli sorun ise insan onurundaki eşitliğin soyutluğuyla ilgili. İnsan hakları düşüncesi insanların eşit olduğunu varsayıyor. Ama bu eşitlik hali fiili bir durumu değil, bir ideali yansıtmakta. Bu nedenle hakları bakımından eşit vatandaşlara hitap eden kanunlarda çok sayıda istisna var. Kural eşitliği emretse de, hayatın gerçekleri istisnalar olarak kuralları eşitsizlikçi bir içeriğe sokuyor.

2. Çeşitli uluslararası belgelerde ve çeşitli anayasalarda temel başlığı kişi hakları, yurttaş hakları, sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal haklar gibi hak türlerini yeterince korunduğunu düşünüyor musunuz?

Tabii ki düşünmüyorum. Bu kısa yanıtı açmaya kalktığımızda çok katmanlı bir sorunlar yumağıyla karşılaşıyoruz. Öncelikle neo-liberal çağ sosyal-ekonomik haklarda aşınmaya yol açtı. Sosyal haklardaki gerilemeyle fakir ve göçmenleri her geçen gün daha da trajikleşen durumu arasında bir neden-sonuç ilişkisi var. Sosyal devletin daha güçlü olduğu dönemlerde insanlar özgürlüklerini seçim hakkı olarak istedikleri gibi kullanabileceği maddi bir zemine sahipti. Ama bugün itibariyle o zemin pek çok iyi şey gibi geçmişte kaldı.

Tabii temel hak ve özgürlüklerin güvencesizleşmesiyle demokrasideki gerileme arasında da çok yoğun bir ilişki söz konusu. Çünkü aslında demokrasi tarihi toplumsal mücadeleler tarihi. Toplumsal mücadele amacına ulaştıkça dile getirilen talepler siyasi-hukuki sistem içerisinde hakka dönüşüyor. Bugünün dünyası ise apolitikleşmeye paralel bir şekilde sonuç doğuran bir demokrasiden uzaklaşma sorunuyla karşı karşıya. Gelişmiş Batı demokrasilerinde bile demokrasiyi insan haklarına karşı kullanan popülist liderler var. Popülizm momenti bu tür bir siyasal hareketliliğe iyimser bakan kesimler için liberal demokrasinin prosedürel zihniyetine karşı çıkan halkın isyanı. Yani liberal demokrasiye yönelik popülist itiraz halkı siyasal katılım süreçlerine davet ediyor. Bu durum da demokrasilerin demokratikleşmesine yol açmakta. Ancak son çeyrek asırdaki gelişmeler bakımından mesele hiç de o kadar dışlanmış halkın egemenliğin gerçek sahibi olarak siyaset sahnesine dönüş hikayesinden ibaret değil. Çünkü popülizm halk ile gerçek halk arasında ayrım yapma eğiliminde. Bu nedenle dışlayıcı. Göçmenler, mülteciler ve siyasi muhalifler popülist siyasetin bu dışlayıcı ve kıyıcı dilinden en çok etkilenen kesimlere karşılık geliyor. Sonuç olarak rahatlıkla denilebilir ki, hakların vaat ettiği veya teminat altına aldığı ilkelerle gerçekte yaşananlar arasındaki fark çok büyük.

3. Günümüz koşullarında insan hakları listelerini gözden geçirdiğimizde yeni haklar saptayabilmek için ölçüt ne olmalıdır?

Şüphesiz ki mağduriyet. Nerede bir yara, acı veya ayrımcılık varsa orada bir süre içinde yeni bir hak talebi ortaya çıkıyor. Hak talebi aslında insanların çektikleri sıkıntılar ile eşitlik ideali arasındaki farkın bir sonucu. Yaşanan olumsuz deneyimler insanları yeni haklar yaratma noktasında motive ediyor. Ayrıca küresel dünyanın insan haklarını koruyacak daha etkin bir siyasal koruma mekanizmasına ihtiyaç duyduğunu da kayıtlara geçirmek gerekiyor. Özellikle iki noktada, ekolojik kriz ve mültecilik krizinde ufku vatandaşlık haklarıyla sınırlı olan ulus devletler insan haklarını koruma konusunda yetersiz kalıyor. İnsan haklarının evrensel çerçevesiyle ulus devletlerin yerel ölçeği arasındaki çelişki doğanın yok edilmesine ve yüz milyonlarca insanın mağduriyetine yol açan belirsiz bir zemin yaratıyor. Bu nedenle insan haklarını düşünürken, sadece hakların sayısı ve içeriğini değil, aynı zamanda hakları koruyacak yasal ve sivil mekanizmaların işlevselliği sorununu da kendimize dert edinmemiz gerek.

Son olarak emek örgütlenmesi hakkında bir şeyler söylemek gerekir. Bu konuşma içerisinde tasfiye edilen sosyal devlet ve yıkıma uğratılan sosyal hakları canlandırmanın acil bir toplumsal ihtiyaç olduğunu dile getirmiştim. Ancak bu ihtiyacı devleti büyüterek yaptığımızda dünyanın 70’li yıllardakine benzer bir krize girmesi kaçınılmaz. Devletin yüksek dış ve iç borçluluk oranlarıyla, vatandaştan talep edilen vergilerin oranlarındaki yükseklik sosyal meselelerde adım atmayı güçleştiriyor. Bu noktada emekçilerin örgütlülük düzeyindeki dramatik düşüşe dikkat çekmek gerekir. Çalışanlar çalıştıkları yerlerde genelde örgütsüz. Örgütsüzlük sosyal haklar ile dayanışma pratiği arasındaki bağın kopmasına yol açıyor. Bu bağı güçlendirmek zorundayız. Sosyal haklar sosyallik olmadan ayakta kalamaz çünkü

4. Bütün bu düşüncelerinize ekleyecekleriniz varsa nelerdir?

Konuşmayı kapatırken bir tehlikeye dikkat çekmek isterim. Günümüz insan hakları mücadelesinin popülerleşmiş içeriği kimlik meselesiyle ilgili. Dünyanın farklı coğrafyalarında sayısızca birey ve grup etnik, cinsel ve dinsel kimlik mücadelesi veriyor. Bu kesimlerin iki temel amacı var: Üyesi oldukları siyasi toplum tarafından tanınmak. Ayrıca kendi farklılıklarının toplumsal ilişkiler bakımından ötekileştirilmemesi. Yürütülen bu mücadeleye saygım var. Çünkü bir toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Ancak kimliğin çok fazla ön plana çıkmasının kamusal alanı daralttığı da bilinen bir gerçek. İnsan haklarının kimlikle sınırlandığı bir düşünsel evrende bireylerin kendi kimlik gettolarına çekilmesi kaçınılmaz. Bu noktada makul tutum kimliğin ve yerelliğin evrensellikle dengelenmesidir. Tüm insanların insan onuruna yakışır bir hayat sürdüğü günlere ulaşmak dileğiyle…

Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi adına yürüttüğümüz bu söyleşi için teşekkür eder, saygılar sunarım.