20. yüzyılın ikinci yarısında Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da Batılı olmayan kültürlere ilişkin tartışılmış en önemli kavram veya isim muhtemelen İslâm’dır. Birçok ismin yanı sıra ABD’de özellikle Marshall Goodwin Simms Hodgson (1922-1968) ve Avrupa’da özellikle Maxime Rodinson’un (1915-2004) kitaplarının bunda büyük etkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte Edward Wadie Said’in (1935-2003) kitap ve yazıları İslâm’a ilişkin bütün değerlendirmelere temsil ve söylem kavramlarından hareketle bambaşka ve radikal bir eleştirel açı eklemiştir. Temsil bir olgu veya insan bireyinin dildeki karşılığına; söylem kavramı da aynı olgu ve insanın gereksinim, amaç ve yönelimlerine işarette bulunmaktadır. Bryan S. Turner’ın Said’in yaklaşımında radikal bir eleştiri bulmasının nedeni, temsil ve söylem kavramları üzerinden onun İslâm’ın Batı’daki modern ve çağdaş neredeyse bütün görünümlerini tartışmaya açmasıdır. Said’e göre, modern Avrupa ve çağdaş ABD’de görünen ve Ortaçağ deneyimlerini içeren İslâm gerçek değildir.
Michel Foucault’nun (1926-1984) söylem kavramına verdiği işlevlerin yanı sıra Roland Barthes’in (1915-1980) anlamlandırma girişimlerinden (semiyotik) etkilenmiş olan Said’in temsil ve söyleme getirdiği yeni kapsam iki filozoftan da ileridir. Said dile gelmiş ve gelen her şeyi temsil ve söylemle ilişkili değerlendirmektedir. Ondan önceki sömürge karşıtı aydınlar güç ilişkilerine ve haksızlıklara yoğunlaşmışlardı. Fakat Said modernlik ve çağdaşlığın temsil ve söylemi de ticarileştirdiğini ve böylelikle geçmiş bütün tarihlere dair anlatıların metalaştırılarak alışverişe konu edildiklerini gösterdi. Basitçe ve İslâm için söylendiğinde; modern Batı Avrupa ve çağdaş Amerika, para kazanmak istedikleri dünyevi ortamı koşullayacak bir İslâm anlatısı yaratmaktadırlar. Belki Avrupa ile ABD arasında İslâm’ın, Doğu kültürlerinin, Afrika ve Güney Amerika’daki eski tarihlerin meşruiyeti bakımından önemli bir farklılık vardır, ama Said’in de belirttiği üzere kazanç stratejilerinin amaçları bakımından birbirlerini çağrıştırmaktadırlar. Said’in bu bakış açısı günlük birçok konu ve sorunda önemli bir açılım sağlamaktadır.
Yalanın toplumsal örgütlenmenin merkezinde olduğu bir dönemin adı olarak 2016’dan bu yana tartışıla gelen post-truth (gerçeklik sonrası) terimi doğruya dayalı iletişimlerin mümkün olmadığına ilişkin bir izlenim yaratmaktadır. Bu terimi çalışan Lee McIntyre ve David Block gibi birçok araştırmacı, toplumsal iletişimin merkezinde olguya dayalı doğrulama yerine algıya dayalı doğrulamanın bulunması dolayısıyla yalanın izinin sürülmesinin güçleştiğini; böylece sosyal yaşamda yalanın merkezi bir beceri haline geldiğini haber vermektedirler. Açıkça zeki insan yalan söyleyebilen insandır gibi bir anlam çıkmaktadır. Her ikisi ve başka uzmanlar bunu Donald Trump’ın 2016’daki seçim kampanyasıyla örneklemektedirler, ama muhtemelen şimdiki kanaatleri biraz farklılaşmıştır. Said’in analizine göre yaşam böyle olmak zorunda değildir. Onun analizlerinden hareketle post-truth yeniden değerlendirildiğinde; olgu ve olayların temsilleriyle bizzat kendileri arasında sahicilik ve gerçeklik bakımından kayda değer uzaklıklar meydana geldiğinde bu yeni pratiklerin dünyada var olabilmelerinin bir sınırı olur. Isaac Newton’ın evrende kütlenin korunumuna ilişkin saptaması birçok açıdan doğruydu. Çünkü evrende yoktan varolmaya veya vardan yok olmaya dair Kuantumcu inisiyatifler yeni fırsatlar ve açıklanamayan bazı hadiselerin açıklanabilmesi için üretilmişlerdi. Said bugün hayatta olsa, insanların iletişim ve yaşam için her konuda yalana başvurmalarının gerekli olmadığını; post-truth’un temsil ve söyleme ilişkin insan krizinin radikal bir aşaması olduğunu, ama buradan bir bükülmeyle doğruluğa bir dönüş olacağını belirtirdi. İlginç bir şekilde post-truth eleştirmenleri de dâhil bazı analistler günümüzde insanı yalanla özdeşleştirip yalanı adeta doğal bir zemine taşımaktadırlar.
Platon’un söylediği yalanla post-truth’taki yalan aynı değildir. İlkinin temsili ve söyleminde amaç çıkarların çoklu hale gelmesi sırasında iletişimde muhakkak bir değişimin meydana geleceğidir. Post-truth’taki yalan ise tıpkı Platon’un eleştirdiği bazı sofistlerin yücelttiği gibi her şeyin algı ve iknaya indirgenebileceğidir. İki yalan birbirinden çok farklıdır. Biri değişime, diğeri hiçbir zaman olgu olmayana yalan demektedir. Aslında ikisinin ortak noktası Said’in sözünü ettiği temsil ve söylem farkıdır. Platon’un yalanı toplumsal ve ortak bir çıkarla ilgilidir. Post-truth’taki yalan ise kişisel ve bencil çıkarlarla ilgilidir. Oryantalizm de bir tür post-truth idi. Şimdi post-truth her tarafa yayıldı.