Tabiatın ve Toplumsal Gerçekliğin Geleceği Üzerine
İrlanda asıllı Britanyalı filozof George Berkeley (1685-1753) ve Alman filozof Johann Gottlieb Fichte’ye (1762-1814) göre insandan bağımsız bir dünya ve gerçeklik var değildir. Birbirinden farklı iki felsefi geleneğe mensup söz konusu iki filozofun birbirine yakın görüşünün neticesi, modern felsefenin kurucusu Fransız filozof René Descartes’ın (1596-1650) “düşünüyorum, o halde varım” önermesinin radikal bir aşamasıdır. 20. yüzyıldaki zihin felsefelerinden hareketle, Descartes’ın önermesi şöyle de düzenlenebilir: “düşünüyorum, o halde [sadece ben] varım”. Aristoteles’in insanın zorunlu olarak toplumsal olduğuna yönelik “zoon politicon” (political animal) niteliği, Amerikalı filozof John Rogers Searle’ün (1932- ) “toplumsal olgular” (social facts) kavramı ve bireyselleşme terimi birlikte etüt edildiğinde; insan öznesi veya bireyi için bütün gerçeklik ve dünyanın özdeşleşebilecek seviyede kendi dar toplumsal çevresine indirgenebileceği düşünülebilir. Peki, söz konusu dar toplumsal çevre gerçekte var olan mıdır, yoksa önce ikinci yaşam sonra metaverse çalışmalarının yeniden gündeme getirdiği veçhiyle “karma gerçekliği” bünyesinde barındıran sanal etkileşim pratiklerindeki toplumsal çevre midir? Cevap ikinci seçenekten yana olursa, sanal sosyal çevrelerden bağımsız bir dünya ve gerçeklik var olmayacaktır.
Ron Howard tarafından yönetilmiş ve 2001 –Türkiye’de 2002- yılında gösterime girerek ünlenmiş Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) adlı film, felsefi mantıktaki orta terim kavramından yola çıkarak zihinle gerçeklik arasındaki ilişkilerin nesnel zeminine ulaşmaktadır. Kısaca filmin kahramanı matematik dâhisi John Nash, arkadaşı ile küçük kızın zaman geçtikçe kendisinin ve başka insanların aksine yaş almadıklarını fark ettiğinde zihnindeki algılarla ortak yaşam arasında bir ilişkisizlik olduğunu fark etmiş ve iyileşmeye başlamıştır. John Searle’ün tabii olguları ile toplumsal olguları arasında da benzer bir ilişkinin bulunduğu ve onun bu nedenle Toplumsal Gerçekliğin Kuruluşu (The Construction of Social Reality) adlı kitabında Cezayir asıllı Fransız filozof Jacques Derrida’nın (1930-2004) da içerisinde yer aldığı birçok şüpheci filozofu örtük olarak sağduyuyu sabote etmekle suçladığı söylenilebilir. Kanadalı sosyolog ve psikolog Gwynn Nettler’in (1913-2007) 1961 yılında yayınlanmış “İyi İnsanlar, Kötü İnsanlar ve Gerçekliğin Algılanması” adlı makalesine göre bakıldığında sağlıklı, yaşamaktan memnun ve mutlu insanlar tabiat ve sosyal gerçekliği sağduyulu ve olağan; hasta, yaşamaktan memnun olmayan ve mutsuz insanlar ise şüpheci ve değişken algılamaktadırlar gibidir (Sociometry, Vol. 4, No. 3, 1961: 279-294). Nettler’in yaklaşımını biraz felsefi anlayışla birleştirdiğimizde, beklentisi az olan insanlarla beklentisi fazla olan insanlar arasında tabiat, toplumsal gerçeklik ve yaşama ilişkin görüş farklılıklarının ortaya çıktığı saptanabilir.
Henüz genç sayılabilecek bir yaşta ünlenmiş bir düşünür ve yazar olan Fransız asıllı ve Kanadalı Alain Deneault’nun (1970- ) etüdüne göre, bireyselleşme tüm dünyada etkin olan insanın hâkim yetkinlik özelliğiyle oynamış ve etkin olan insan özellikle bilgi, deneyim ve emek sahibi olmak bakımından yetkin olmayan insanlardan teşekkül etmeye başlamıştır. Haklılığı emeğe bağlayan meritokrasi taahhüdünün haklılığı görüntü ve imaja bağlayan mediokrasiyi yarattığını öne sürmek aslında popüler Amerikan kültürü eleştirmeni her aklı başında Fransız için anlaşılabilirdir. Kısaca Deneault’nun etüdü isabetliyse, esas itibariyle sorun makine, yapay zekâ ve örneğin sanal etkileşim araçlarında değil de bunları kullanan insanlarda olmaktadır. Bu okuma biraz daha ileriye götürüldüğünde, makine, yapay zekâ ve robotların insanlar için hiçbir zaman bir tehdit oluşturmadıkları, ama bunların kötü insanların ellerine geçme riski dolayısıyla insanlarla makineler arasında bir ikiciliğin dile getiriliyor olduğu söylenilebilir. İlginç bir şekilde bu söylem, posthümanizmin evrende insanın merkezde olduğu her tür okumayı reddettiği hümanizme yeniden bağlanmaktadır. Descartes’tan çok önce hümanizm ve ondan da çok önce kitabi dinler evrenin bütün tasarrufunun insanların emrine bırakıldığını işlemişlerdi. Francis Bacon’a (1561-1626) bakılırsa bilim de bu emri doğru işletme kılavuzundan başka bir şey değildir. Bu durumda Berkeley ve Fichte haklı çıkmış olmuyorlar mı? İnsandan bağımsız bir gerçeklik ve dolayısıyla belki de dünya var değil midir? Bazı durumlarda isabetli görünebilirlerse de hem Berkeley ve hem de Fichte çoğunlukla hatalıdır. Deneault pek farkında olmasa da birçok yönden onların yaklaşımlarıyla uyuşmaktadır, ama asıl amacı doğrunun ve hakikatin insanlardan kesinlikle bağımsız olduğunu kabul ettirmektir.