HANGİ DUYGULARIMIZA SÖZ GEÇİREMİYORUZ?
Rasim BAKIRCIOĞLU
Aklımız, hangi davranışlarımızın ardındaki duygularımızı yönetemiyor? Kimi zaman, izleyen gözlerimizi niçin donuk bakışlarımızın ardında saklama gereğini duyuyoruz? Yakınlık kurmak istediğimiz halde, kimi zaman, niçin ilgisizliğin gölgesine sığınıyoruz? Zaman zaman, niçin sevgimizi öfkemizle perdelemeye kalkışıyoruz? Önemsiz gibi görünen bir davranış bile, bizi neden etkileyebiliyor ve bizde pek çok anlamlar oluşturuyor? Davranışlarımızın birçoğunun bilincinde olmadığımız halde, onları neden bilerek yaptığımızı savunuyor, dahası o savunumuzu gerekçelendirmeye kalkışıyoruz? Hangi davranışlarımıza eşlik eden duygularımızın bilincindeyiz; hangilerine yabancıyız?
Bunlara ve bunların benzeri sorulara, en azından doğruya yakın bir yanıt verebilmek için duygu, akıl (algılama, anlama, kavrama, bilme, düşünme, sorgulama, yargılama yetisi), bilinç, bilinçdışı, ilkel benlik, benlik, üst benlik ve vicdan kavramlarını; bunların birbiriyle ilişkilerini ve etkileşim biçimlerini incelememiz gerekiyor.
“Bilinçdışı” diye bir dünyamızın var olduğunu ilk kez sistemli bir biçimde, ünlü psikanalizci Sigmund Freud (1856-1939) ortaya koyuyor. Bu varlığımızın yanı sıra, çocukluk cinselliğimizi, davranışlarımızı etkileyen kaygılarımızı (anxiety’lerimizı), rüyalarımızı, takıntılarımızı, zorlantılarımızı, temel içgüdülerimizi, birbiriyle çelişen, çevremizle sürtüşen, çatışan eylemlerimizi de ilk kez ayrıntılarıyla Freud açıklıyor. Bu çalışmalarını, insanın hoş, ilginç davranışlarının büyüsüne kendini kaptırmadan, büyük bir cesaretle gerçekleştiriyor. Bunları belirtme sorumluluğumuzu yerine getirdikten sonra, özellikle bilincinde olmadığımız davranışlarımızın ardındaki duygularımızın neler olduğuna, Freud’un bize sağladığı bilgilerin ışığında açıklık kazandırmaya çalışalım.
Birçok karşı görüşe, eleştiriye karşın, inatla ve dirençle onlarca yıl boyunca sürdürdüğü çalışmalarıyla Freud, insan davranışlarının altında türlü biçimlere giren cinsel isteklerin (her türlü haz isteğinin) ve saldırgan (acı veren) isteklerin olduğu sonucuna varıyor.
İnsan, her an düşünüyor, duygulanıyor, kıpırdamadan durduğunda bile deviniyor. Gözlerinin görme gücü olduğu halde kör, kulakları işittiği halde sağır, organsal bir bozukluğu olmadığı halde felç olabiliyor, kimi durumlarda, bir bebek gibi davranabiliyor. Bir başına yaşayamadığı için toplum dışı eylemlerini çevresiyle bağdaştırarak sürdürmek istiyor. Sevebilmek için de kızabilmek için de başkalarını gereksiniyor.
İnsanın bilinçli ya da bilinçsiz tüm davranışlarının temel nedeni Freud’a göre, onun geçmişinde saklıdır. O neden bilinmedikçe, insanın başarısızlığını başarıya, mutsuzluğunu mutluluğa dönüştürmek, tam anlamıyla olası değildir. Ruhsal belirlenimcilik (determinizm) denilen bu görüş, Freud psikanalizinin temel varsayımıdır.
Söz Dinletemediğimiz Davranışlarımızın Arkasına saklanan Duygularımız Nelerdir?
Davranışlarımıza ya bilinçli ya da bilinçdışı isteklerimiz, duygularımız kaynak oluşturuyor. Bilincimiz, belirli bir zaman diliminde yaşadıklarımızı içeren, oldukça sınırlı bir ruhsal bölmedir. Biz, bu sınırlı zaman içinde, az sayıda varlığın, olayın, olgunun bilincine varabiliyoruz. Duygularımız, algılarımız, düşüncelerimiz, anılarımız, zihnimizden art arda akıyor. Bunlar, belli bir düzenle yanıp sönen ışıklar gibi kısa bir süre sonra yerlerini başkalarına bırakıyor. Daha sonra bu yaşantılarımızı, beynimizin anı bölümüne yerleştiriyoruz. Bunların kimisi, aralarında daha sıkı ve gerçekçi bir ilişki kurarken, kimilerinin ilişkisi gevşek, kaypak ve mantık dışı bir görüntü sergiliyor. Örneğin, akla, mantığa uygun bir konuyu tartışırken yersiz, uygunsuz bir şeyi anımsayabiliyor ya da anlatabiliyoruz. Sınıfta bir öğrenci, bütün ilgisiyle, anlatılan konuyu dinlerken, öğretmenin kullandığı bir sözcüğün etkisinden ötürü, dinlediği konuyla hiçbir ilgisi olmadığı sanılan bir yaşantısını anımsayabiliyor. Birçok kez, tek bir uyarı, bir depoya benzeyen “bilinçaltı” dediğimiz ruhsal bölmemizdeki duygu, düşünce, istek ya da anılarımızı, istediğimiz zaman, bir çağrışımla bize anımsatabiliyor.
Ruhsal yapımızın bilinçdışı bölmesi olan “ilkel benliğimiz” (id’imiz) ise, bizim varoluşumuzu belirleyen ruhsal bölmemizdir. Yüksek bir karşıt enerji boşalımı ile bilincimizden ya da bilinçaltımızdan ayrılmak zorunda kalan duygu, düşünce, istek ve anılarımızın da barınağı olan, bizim özümüzü oluşturan bu benliğimiz, bizim biyolojik yanımızdır. Biz, bu ilkel benliğimizle doğuyoruz. Burada, yalnızca haz ilkesine ve acı ilkesine göre işleyen iki temel içgüdü bulunuyor.
İlkel benliğimiz, yalnızca istediği an hazza ulaşmayı; kızdığında da saldırmayı biliyor. Tüketemeyeceğimiz kadar bir güce (enerjiye) sahip olan ilkel benliğimiz, yasa, kural, yazık, ayıp, günah, yasak, suç gibi kavramların tümüne yabancıdır. İçinde yaşadığımız gerçeklerle bağ kuramadığı, kendi dışında bir gerçeği tanımadığı için onun bu öznel yapısını değiştirmemiz olası değildir. Bu, derin, zengin, renkli, uçsuz bucaksız ruhsal yapımızdan, ancak alkol; LSD, esrar gibi uyuşturucular; rüyalar, nevroz ve psikoz gibi ruhsal hastalıklar aracılığı ile; en çok da psikanaliz (ruh çözümleme) yöntemiyle dışarıya bir şeyler sızabiliyor.
Ruhsal yapımızın, tüm toplumsal gerçekliklere, kültürel değerlere yabancı olan bu akıl, mantık, tanımayan bu bilinçdışı, dipsiz karanlık bir kuyu ya da sonu görünmeyen karanlık bir mağara benzeri bu en geniş ve derin bölmesi, hem haz ilkesine göre işlev gören, yaşam içgüdümüzün (Eros’un) (geniş anlamıyla cinsel içgüdümüzün-libido’muzun) hem de en belirgin türevi saldırganlık olan ölüm içgüdümüzün (Thanatos’un) deposudur.
İlkel benlik için cinsel içgüdü, yalnızca karşı cinsten birisiyle sevişmeden çok daha geniş bir anlamı içeriyor. Görmek, görülmek; duymak, duyulmak; dokunmak, dokunulmak; koklamak, koklanmak gibi haz veren her şey, sevme, sevilme, sevişme yerine geçebiliyor. İlkel benlik için aynı cins, karşı cins, anne, baba, bireyin kendisi, canlı-cansız her şey, birer sevgi nesnesidir. Bebek, annesine sarılamayınca kendine, yastığa sarılıyor. Annesinin memesini ememediğinde, parmağını emiyor.
Benliğimizi Nasıl Oluşturuyoruz ve Onunla Hangi İşlevleri Gerçekleştiriyoruz?
Doğuşumuzdan sonraki ilk bir, bir buçuk yaşımıza dek hemen hemen tümüyle ilkel benliğimizin buyruğunda yaşarken, özellikle bu yaştan sonra ilkel benliğimizin eylemleri, toplumsal-kültürel gerçeklerle çatışmaya, yaşamımızı aksatmaya başlayınca, “benlik” (ego) denen ve kendimizi, çevremizi, kendimizde ve çevremizde olup biteni algılama, ayrımsama, tanıma, kavrama yetimiz olan bu “bilinçli ruhsal bölmemiz” oluşmaya başlıyor. İkinci ruhsal yapımız olan benliğimiz, ilkel benliğimizin isteklerini ve eylemlerini denetleme, gerektiğinde onları bilinçdışına bastırma görevini yaparak hem kendi içinde hem de kendi dışında olup bitenlere uyum sağlamaya çalışıyor. Bizi, sevdiklerimiz uğruna, gerekiyorsa canımızı vermeye, inancımız için darağacına gitmeye, bilimsel ya da sanatsal (yaratıcı) çalışmalarla yaşamımızı anlamlı kılmaya; kişilik bütünlüğümüzü koruyarak kendimizi yüceltmeye yönelten, benliğimizdir. Varlığını ve yeterince gelişimini, başka kişilere ve topluma borçludur.
Açlığımızı, susuzluğumuzu, sevgimizi, korkumuzu, öfkemizi, davranışlarımızı, içsel uyarılarımızı, varlıkları, sesleri, kokuları, tatları, sertlik ve yumuşaklıkları, pürüzlülük ve pürüzsüzlükleri benliğimiz algılıyor. Çevremizden ve içimizden gelen, duyu organlarımızla algıladığımız, sinirlerimizle beynimize ulaştırdığımız duyuları bağdaştırıp anlamlandıran, var olanlarla algıladıklarımız arasındaki ilişkiyi değerlendiren de odur. Var olan gerçeklerin fiziksel, fizyolojik ya da sinirsel yollarla beyne ulaşıp anlam kazanması demek olan algılarımızla gerçekler arasındaki uygunluğu, benliğimizin gerçeği değerlendirme gücü belirliyor. Uyanık olduğu sürece, günlük yaşantımızda akıp giden olayları, çoğu kez biz ayrımına bile varmadan, benliğimiz izliyor ve edindiği bu bilgileri değerlendiriyor.
Kişiliğimizin sağlıklı olup olmadığını, benliğimizin iç ve dış gerçekleri değerlendirme yeteneği ortaya koyuyor. Ruh hastaları (bir ölçüde nevrozlular; büyük ölçüde de psikozlular) ise, kendi iç gerçekleri ile dış gerçekleri birbirine karıştırıyorlar. Örneğin, olmayan bir varlığı görme, olmayan bir sesi duyma, olmayan bir şeyi algılama demek olan sanrısal (hallüsinasyon biçiminde) bir bozukluk, böyle ortaya çıkıyor.
Benliğimizin, ilk oluşmaya başladığı zamanki algıları, ilkel benliğimizin isteklerine, gereksinimlerine yöneliktir ve tümüyle özneldir. Gerçeği zamanla kavrıyor, benliğimiz. Algıladığımızla gerçek arasında benzerlik ve eşlik olduğunda, onu doğru olarak algılıyoruz. Nesnel (objektif) olarak seçebildiğimiz algılarımız güçlü; öznel (sübjektif) olarak seçtiklerimiz ise zayıf oluyor. Benliğimiz, daha çok, gereksinimlerimizle ilgili uyarıları algılama eğilimindedir. Örneğin, aç olduğumuzda, burnumuza ekmek, köfte kokuları geliyor. Güçlü bir cinsel istek duyan erkeğe herhangi bir kadın, güzel görünüyor. Aşırı seçici benlik ise, bizi gerçek dışı inançlara, saplantılara itiyor.
Görüldüğü gibi gerçek, çoğu kez tartışmalıdır. Örneğin, bir delikanlı, bir kızı dünya güzeli gibi algılayıp ona tutulurken, bir başkası, o kızı oldukça çirkin bulabiliyor. Benliğimiz, iç ve dış uyarılardan, kendine uygun düşenleri seçerek yalnızca onları algılıyor. Bu seçimi, kendi içgüdülerimizin, inanç, istek ve tutumlarımızın etkisiyle yapıyoruz. Sevmediklerimize, hoşlanmadıklarımıza çoğu kez gözümüzü kapıyor, kulağımızı tıkıyoruz. Gerçek, bizim için dayanılmaz olduğunda, bilincimizin kepengini tümüyle indirip bayıldığımız bile oluyor.
Haz ilkesi, bizim özümüzü belirliyorsa; bu ilkenin kaynağı da ilkel benliğimiz ise ve, kişiliğimizin temelini ilkel benlik oluşturuyorsa, benliğimizin asıl görevi, ilkel benlik isteklerimize kulak vermek, haz ilkesinin isteklerini yerine getirmektir. Ne ki benliğimiz, ilkel benliğimizin istek ve gereksinimlerini gerçeklik ilkesine uygun biçimde doyuma ulaştırmak zorundadır. İlkel benlik isteklerimizi doyuma ulaştırma konusunda bir de en son gelişen üst benliğimizin (süper ego’muzun) müdahalesi söz konusudur.
Dengeli bir üst benlik ve güçlü bir benlik geliştirdiğimizde benliğimiz, haz arayan ilkel benlik isteklerimizin çoğunu, gerçeklik ilkesine uygun davranışlarıyla doyuma kavuşturabiliyor. Zayıf bir üst benlik ve güçsüz bir benlik oluşturmuşsak, o zaman benliğimiz, ilkel benlik isteklerimizi gerçeklik ilkesine uygun biçimde doyuma ulaştırmayı başaramıyor ve ilkel benliğimizin (haz ilkesinin) kuklası oluyor. Aşırı baskıcı bir üst benlik geliştirmiş olma durumunda da gereğinden çok ilkel benlik isteğimiz, bilinçdışımıza bastırılıyor; o zaman da küpüne zarar veren ekşi sirke durumuna geliyoruz.
Kadınların ırzına geçenler; karısını, kocasını yaralayanlar, öldürenler; erkeklik taslayanlar; biri yan baktı diye eteğinin, bluzunun orasını burasını çekiştirenler; karısını, kocasını en yakınlarından bile kıskananlar; dünyayı ellerine geçirseler de aç gözlülük yapanlar, zayıf bir benlik ve dengesiz bir üst benlik oluşturanlardır. Bunlar, üçlü ruhsal yapıları (ilkel benlikleri, benlikleri ve üst benlikleri) arasında, her durumda bir çatışma yaşayan, ruhsal olgunluğa erişememiş, ruhsal bozukluğu olan kimselerdir. (Üst benliğin gelişimini, biraz sonra açıklayacağız.)
Çağının çağdaşı, uygar bir insan durumuna gelmemiz demek, gerçekliğimizin simgesi olan benliğimizi, ruhsal bütünlüğümüzün güçlü ve sağlam bir yapısı durumuna getirmiş olmamız demektir. İşte o zaman, düşsel, kısır doyumların yerine, bilincimizi, düşünme gücümüzü kullanarak gerektiğinde, beklemeyi; dolaylı da olsa gerçeğe uygun doyum yollarını aramayı ve daha az enerji tüketerek gerçeğe uyum sağlamayı öğrenmiş oluyoruz.
Aslında, hemen her toplum, bireylerinin gereksinimlerine doyum sağlamaları için bir yol açmış, bir kapı aralamıştır. Ya gelenek ve göreneklerle ya da yasalarla onlara bunu sağlamıştır. Beslenmeleri için yiyecek ve içeceklerden yararlanma, cinsel gereksinimlerini gidermeleri için evlenme, öfkelerini boşaltmaları için futbol oynama, boks yapma ya da bunları izleme olanağını tanımıştır.
Benliğimiz, ilkel benlik isteklerimizi bilinçli ya da bilinçsiz, sürekli olarak değerlendirip o anda gerçekleştirilmesi sakıncalı olmayanlara izin tanıyor; gerçeklik ilkesine aykırı düşenleri ise bilinç dışımıza bastırıp yok sayıyor. Ne ki bilinç dışı denen o dünyamıza bastırdığımız isteklerimiz, sürekli olarak bilincimize çıkmanın, yani doyum sağlamanın yollarını arıyor. Ancak bunların bilincimize çıkmaları yasaklandığı, sansür edildikleri için doğrudan, bilincimize çıkma olanağı bulunmuyor. İşte o zaman ruhsal yapımız, o isteklerimizi, savunma mekanizmaları dediğimiz sözde çarelerle, arkadan dolanarak gerçek olmayan yollarla doyurma yolunu seçiyor.
“Savunma mekanizmaları”, başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Şimdilik bu konuda şu kadarını söylemekle yetinelim: Bu mekanizmaları, az ya da çok, hepimiz kullanıyoruz. Bunların kimisi bize yarar sağlarken birçoğu, nevrozlardan psikozlara dek uzanan ciddi ruhsal bozukluklara yol açıyor. İşte, aklımızın yönetemediği duygular, bizi çeşitli savunmalara zorlayan bu, bilinçdışımızdan kaynaklı isteklerimizle ilgili olanlardır. Bunlar bizi, aklımızın belirlediği davranışlara değil; kendilerinin belirlediği savunmalara yöneltiyorlar. Ama biz, o davranışlarımızı da kendi istencimizle yaptığımızı sanıyoruz. Sanmakla da kalmıyor, bunlara, bilincinde olmadan, birtakım gerekçeler uydurarak onları savunuyoruz. Deniyor ki davranışlarımızın yaklaşık yüzde 72’si bilinçdışı duygularımızın; yalnızca yüzde 28 kadarı da bilincimizin yönetimindeki duygularımızın etkisiyle gerçekleşiyor. İster kabul edelim, isterse etmeyelim, büyük psikanalizci Freud, bunun gibi, görmek, anlamak istemediğimiz birçok gerçeğimizi önümüze sermiş bulunuyor.
Görüldüğü gibi sağlıklı ve mutlu yaşam, benliğimizin gücü ve üst benliğimizin esnekliğine bağlı bulunuyor. Benliğimizin en önemli görevi, kendi bütünlüğünü, tutarlılığını, dengesini ve kişiliğimizin uyumunu sağlamaktır. Gerçeklere dayanmasalar da yararlı ve zararlı bütün savunmalarımızın amacı da benliğimizi korumaya yöneliktir. Benliğimiz, ne olduğumuzu, kendimize biçtiğimiz değerin doğruluğunu belirleyebildiği ölçüde, güçlü ve gerçek bir benlik oluyor.
Neden Bir de Benlik Ülküsü Geliştirme Gereğini Duyuyoruz?
Biz, benliğimizden başka bir de ileride, olmak istediğimiz kendimizi düşlüyor ve o doğrultuda çaba gösteriyoruz. O düşlediğimiz benliğimize, “benlik ülküsü” ya da ülkesel benlik (ideal ego) diyoruz. Düşlediğimiz benliğe yönelik amacımıza ulaştıkça kendimize yeni bir amaç daha belirliyor ve yaşamımız boyunca bu doğrultuda kendimizi gerçekleştirmeyi ve benliğimizi güçlendirmeyi sürdürüyoruz. Kişisel gerçeklerimizi ve içinde yaşadığımız çevrenin gerçeklerini doğru biçimde tanıdığımız ölçüde, sağlıklı bir benlik ülküsü geliştiriyoruz. Bunu başaramadığımızda, baskın bir eksiklik (aşağılık) duygusunun etkisi nedeniyle olabileceğimiz kendimizin daha altında bir yerde kalıyoruz. Bundan da kötüsü, bastırmış olduğumuz isteklerimizin etkisiyle “eksiklik karmaşası” (aşağılık kompleksi) geliştirmemize yol açacak ruhsal acılar yaşamak zorunda kaldığımızda ise, ya “üstünlük karmaşası” geliştirerek asla gerçekleştiremeyeceğimiz bir benlik ülküsü oluşturuyoruz ya da ruhsal çöküntü yaşıyoruz. Üstünlük karmaşası geliştirmiş olan kişiler, toplumda önemli yetkileri ele geçirdiklerinde, yalnızca kendilerini değil; toplumu da büyük felaketlere sürüklüyorlar. Hitler ve onun benzerleri, bu tür kişiliklerin tipik örnekleridir.
Sağlıklı benlik ülküsü, sevmemize, kızmamıza, istediklerimizi yapmamıza büyük ölçüde açık olan ve bunların gerçekleştirilmesini sağlayabilen bir benlik ülküsüdür. Gerekli gereksiz çok sayıda yasağın varlığı, dilek düzeyimize erişimimizi zorlaştırıyor. Rasgele sevmek, kızmak, konuşmak, neyi istemesi gerektiğini bilmemek ne denli sakıncalıysa, bunların önünün aşırı yasaklarla, engellerle kesilmesi de o denli sakınca oluşturuyor.
Üst Benliğimiz Nasıl Oluşuyor ve Ne Tür İşlevleri Üstleniyor?
İlkel ruhsal yapımız olan üst benliğimizi, özellikle anne babamız aracılığı ile içselleştirdiğimiz gelenek, görenek ve toplumsal-kültürel değerler oluşturuyor. Bunlar, yapmamız ve yapmamamız gerekenleri bildiren, içimizdeki bekçi, polis, jandarma ya da savcı ve yargıç benzeri bir işlev görüyorlar. Üst benliğimiz, benimsemiş olduğu gelenek, görenek ve toplumsal-kültürel değerlerle ilgili buyrukları, benliğimiz aracılığı ile uygulamaya koymaya uğraşıyor. Benliğimiz bu aracılığını yapamadığında, üst benliğimiz benliğimizi kınıyor, utandırıyor, daha da ileri giderek suçluyor, kuşkulandırıyor ve kaygılandırıyor. Üst benliğimizin belirlediği kural, yasa ve cezaların büyük çoğunluğu da ilkel benliğimizin istekleri gibi mantıkdışı ve gerçek dışıdır; ilkel benliğimizin simgeleri gibi akla aykırıdır.
Bu benliğimizin içerdiği bilinçli ya da bilinçlenebilecek kural ve yasaklar ise, vicdanımızı oluşturuyor. “Vicdanımız”, tasarladığımız ya da yapmakta olduğumuz davranışlarımızın uygun davranış olup olmadığını kestirmemizi sağlayan içselleştirmiş olduğumuz ahlak ilkelerinin toplamıdır.
Bizim dışımızdaki toplumsal gerçekleri, bebeklik çağımızda daha bilmediğimiz için bizi o zaman, ilkel benliğimiz yönetiyor. Benliğimiz geliştikçe ilkel benliğimizin ruhsal enerjisinin bir bölümü ondan koparak üst benliğimizi yapılandırıyor. Bu üçüncü ruhsal yapımız, benliğimize yol gösteren, ona önlem alması gereken durumları bildiren, onu kendisinin benimsemiş olduğu gerçekleri izlemeye zorlayan bir yapı olarak görev yapmaya başlıyor. İlkel benliğimizden doğan benliğimiz, nasıl ilkel benliğimizi yönetiyorsa, benliğimizden koparak oluşan üst benliğimiz de zamanla benliğimizin sorgulayıcısı, yargılayıcısı oluyor. Bu durumda benliğimiz, hem ilkel benliğimizin isteklerine karşı kendini savunmak hem de üst benliğimizin gerçek dışı buyruklarından kendini korumaya çalışmak zorunda kalıyor.
Üst benlik oluşturduğumuzda, artık, anne babamızın uyarıcı, gözdağı verici sözlerine, öğretmenimizin bizi izleyen gözlerine gerek kalmıyor. Gelişimde attığımız en önemli adımlardan biri, anne babamızın koyduğu engellerin, yasakların, onlar yokken de çocuk olarak bizim üzerimizde etkili olmaya başlamasıdır. Üst benliğimizin oluşumuyla bizim ruhsal dünyamızda, bizi ilerideki toplumsal yasaklar gibi tehlikelere karşı uyarmayı amaçlayan bir bekçi var olmuştur. Gerçeklere aykırı davrandığımızda bu bekçi, bize annemizin onayını kazanamayacağımızı, cezalandırılabileceğimizi duyuracaktır. Bu bekçi, benliğimizden ayrılıp “içimizdeki anne babamız” olan görevlidir. Bizim ruhsal dünyamıza giren annemiz ya da babamız, bu kez, bizi oradan uyarmaya başlıyor; bize sevgisini yitirebileceğimizi anımsatıyor. Biz, giderek anne babamız ve başka yetişkinlerin türlü engelleyici kurallarını, yasaklarını da bu biçimde içselleştiriyoruz. Benliğimizde önemli değişiklikler yaratarak üst benliğimizin oluşmasını, bu dıştaki nesnelerin içimize aktarımını sağlamış oluyoruz.
Çocuk olarak duyduğumuz acıları, anne babamızın yardımı olmadan gideremeyeceğimizi gördükçe, onların bizden daha güçlü olduklarını seziyoruz. Böylece bizim, anne babamız gibi sonsuz güce sahip olma isteği, bizim ilk isteğimiz olarak ortaya çıkıyor.
Anne babamız gibi olmanın yarattığı güç ve bu gücün verdiği haz, anne babamızın bizi beğenmesi, onların koyduğu kuralları bizim içimize aktarmamızı sağlıyor. Bizim, anne babamızın güçlü davranışlarıyla özdeşleşmemizin yanı sıra, onların koyduğu toplumsal yasa ve kurallarla da özdeşim kuruyoruz. Bu yolla üst benliğimizin temelini atmış oluyoruz.
Üst benliğimiz, çocukluk dönemimizde tam olarak yapılanmıyor. O nedenle o yıllarda anne babamızın uyarılarını, onların yokluğunda yerine getirmemeyi deneyebiliyoruz.
Sağlıklı gelişen benliğimiz, dört beş yaşlarında, kişiler arası ilişkileri yetişkin düzeyinde yürütebilecek yeterliğe ulaşıyor. Üst benliğimiz de bu dönemimizin sonuna doğru, Ödipal isteklerimizi bastırıyor. Artık, içimizdeki anne babamız (üst benliğimiz), ilkel benlik isteklerimize karşı benliğimizi uyarmak için hazır durumdadır. Bundan sonra ilkel benliğimiz, sürekli denetimimiz altında olacaktır. Üst benliğimiz, benliğimizin isteklerini yargılayan bir yargıç konumuna gelmiştir. Benliğimiz, buyruğunu yerine getirdiğinde üst benliğimiz, onu ödüllendirecek; tersi durumlarda da sertleşip aşağılayacaktır.
Üst benliğimizin, ilkel benliğimizin etkisinde kalmakla suçladığı, hırpaladığı benliğimiz, bu eziyetin benliğimizde yarattığı kaygıya (anksiyete’ye) karşı, kendini savunmak için ilkel benliğimizin dayanılamayacak şiddette ruhsal acılara yol açan isteklerini bilinçdışına bastırıyor.
Anne babalar, toplumsal-kültürel değerleri, yasaları, gelenek ve görenekleri çocuklarına aktararak toplumsal-kültürel değerlerin sürekliliğini sağlıyorlar. Bu değerler, üst benliğin yardımıyla yeni kuşaklara aktarılmasaydı, toplumların sürekliliği sağlanamayacaktı. Bir toplumun bireylerinin benzer üst benliklerinin oluşu, o toplum bireylerinin anlaşmalarını ve toplumun işlerliğini kolaylaştırıyor. Doğru, yanlış, iyi, kötü, güzel, çirkin, hak, hukuk konularındaki ortak görüş, bu, benzer üst benlikler yoluyla oluşuyor.
Üst benliğin katı, sert ya da zayıf oluşmasının, ciddi sakıncalar yarattığını belirtmiştik. Katı bir üst benlik oluşturanlar, esnek davranma yeteneğinden yoksun kaldıklarından, kendi doğruları dışındaki hiçbir yaklaşıma, farklı görüşlere hoşgörü ile bakamıyor ve onlara doğrudan müdahaleye kalkışabiliyorlar. Bunlar, hemen her yeniliğe karşı çıkıyorlar. Onlara göre yenilik, geleneklere, göreneklere saygısızlık demek oluyor. O nedenle onlara göre yenilikçiler, cezaların en ağırına çarptırılmalıdırlar.
Zayıf bir üst benlik geliştirenler de saydığımız toplumsal-kültürel değerleri içselleştirememiş olmaları nedeniyle çevrelerinde ciddi uyumsuzluklar gösteriyor ve başkalarına da onarılması olanaksız zararlar verebiliyorlar.
Onun için toplumların, başta anne babalar ve öğretmenler olmak üzere, yetişmekte olan çocuklarla ilişkisi olan herkesin, güçlü bir benlikle esnek bir üst benlik geliştirmelerini sağlayacak etkili bir eğitim vermeleri büyük önem taşıyor. Bu yapılabildiği ölçüde, yeni yetişen kuşaklar, güçlü benlik ve esnek üst benlik sahibi birer kişilik geliştirmiş olacaktır. Toplumlar, ancak o zaman, savaşlardan, yıkımlardan uzak, barış içinde, hak, hukuk tanıyan, birbirine sevgiyle yaklaşan insanlar olarak mutlu bir yaşam sürdürebileceklerdir.
Benliği ve üst benliği sağlıklı bir gelişim göstermiş olan bireyin ilkel benlik isteklerinin büyük çoğunluğu, olumlu yollarla doyuruluyor. Ruhsal yapının bu iki bölmesinin sağlıksızlığı söz konusu olduğunda ise bu üç yapı arasında sıklıkla çatışmalar ortaya çıkıyor ve bitmeyen bir iç savaş yaşanıyor.
Benlik Psikanalizcileri Freud Psikanalizine Hangi Katkıyı Sağlıyorlar?
Freud, yaptığı eşsiz katkılarıyla psikoloji tarihinin en köklü yapı taşlarından birisi oldu. Bu gerçek, alanın önde gelen bütün yetkelerince kabul görmüştür. Kuramlarının abartılı, eksik ya da yanlış bulunan yanları ve bunlara yönelik yeni görüşler ortaya konularak psikanalizin daha da yetkinlik kazanması sağlanmıştır. Bunlardan önemli biri de benlik psikanalizcilerinin katkısıdır.
Benlik psikanalizcileri, Freud’un “yapısal kuram” diye adlandırılan, üçlü ruhsal yapısına önemli bir katkı sağladılar. Freud’un kızı Anna Freud (1895-1982) ve Erik Erikson (1902-1994) ile benlik psikanalizcilerinin gerçek sözcüleri konumundaki Heinz Hartman (1894-1970) ve David Rapaport, bu akımın öncüleri oldular.
Bunlara göre Sigmund Freud, normal (sağlıklı) insanların davranışlarını incelemedi. Kuramlarını hastalar üzerinde yıllarca sürdürdüğü tedavi çalışmalarından yola çıkarak oluşturdu. Oysa, olağan insan davranışlarını yalnızca cinsel istek, korku, öfke, saldırganlık gibi içgüdüsel dürtülerle açıklamak olası değildir. Davranışlarımız, içgüdüsel dürtülerimizin yanı sıra, özellikle, öğrenme süreçlerimizi de içerir. Bu bağlamda her insan, kendi istenci ile kendisine yön verebilir ve çevresiyle, sorunlarıyla yapıcı bir biçimde baş edebilir. Freud’un belirlenimci (determinist) yaklaşımı ise insanın bu olanağını yok sayıyor. Biz, içgüdülerimizin tutsağı değiliz. Bizim, benliğimizi güçlendirerek ruhsal sorunlarımızın üstesinden gelecek güce kavuşabilme ve özgürce yaşamanın kapısını aralayabilme gücümüz vardır. İçinde yaşadığımız durumları, içgüdülerimiz belirlemiyor; kendimiz seçiyoruz.
Bu bağlamda davranışlarımız, iki öbekten oluşuyor. Bunlardan birincisi, kendiliğinden beliren normal dışı, mantık dışı düşünce ve istem dışı ortaya çıkan tepkilerden oluşan dürtüsel davranışlarımızdır. İkincisi ise, bir kaza sonucu yaralanma gibi bedensel ya da bir kişinin beklenmedik saldırısına uğrama gibi toplumsal durumlara karşı gösterdiğimiz nedensel davranışlardır.
Benliğimizin en önemli işlevi, düşünce ve bilinçli dikkattir. Biz, davranışlarımızı bilinçli olarak yönetiyoruz. Bunda en önemli rolü oynayan, doğuştan gelen düşünce gücümüzdür. Biz, düşünce gücümüzün yardımıyla kendi davranışlarımızın ve çevrede olup bitenlerin bilincine varıyor ve onların bilincinde olduğumuzu da biliyoruz. Bizim ne düşündüğümüzü, anılarımızla o anda içinde bulunduğumuz durum belirliyor. Gelişen düşüncemiz ve bilincimiz, bir başka düşünceyi geliştirmeye başlıyor. Yaşanan olaylarla bizim o olaylara gösterdiğimiz tepkilerin bellek izlerine zihnimizde, zaman, yer ve benzerlik yönünden bir düzen veriyoruz. Bu yolla düşüncelerimiz; yani benliğimiz, içgüdüsel güçlerden, giderek bağımsızlaşıyor ve davranışlarımız, dış uyaranlara daha az bağımlı olarak gelişiyor.
Öğrenilmiş davranışlarımızı da belirli bir düzene sokuyoruz. Üst üste yerleştirdiğimiz davranışlarımızın en altında, ilk öğrendiklerimiz; en üstünde de çoğu kez en son öğrendiklerimiz; yani yaşamakta olduğumuz zamanla ilgili davranışlar bulunuyor. En üsttekilerin oluşmaması durumunda, daha alt düzeydeki davranışlar ortaya çıkıyor. Bu durum, gerileme anlamını taşıyor. Alışmış olduğumuz bir davranışımızın ortadan kalkması için yeni bir davranışımızı, onun yerine geçirmemiz gerekiyor.
Benlik psikanalizcileri, bu yaklaşımlarıyla psikanalize psikoloji, toplumbilim, kültürel insanbilim, biyoloji alanındaki gelişmelere uygun bir nitelik kazandırdılar. Bu kazanım, benliği öne çıkaran bu yaklaşımın, bugün de canlılığını sürdürmesini ve etkin bir güç olmasını sağlamış oldu.
Benlik Psikanalizcilerine Göre Normal Dışı Davranışlar Nasıl Ortaya Çıkıyor?
Normal dışı davranışlar, bilinçli denetim altında olmayan ya da tehdit edici durumlarda denetimi yitirilen davranışlar olarak kendini gösteriyor. Davranış bozukluklarının nedeni, benliğin, ilkel benlikten ve gerçeklerden kopmuş olmasıdır. Buna, edinilen davranışların yetersizliği ve bu davranışların benlik yapısı içinde iyi düzenlenmemiş olması yol açmaktadırr. Bu noktada önemli olan, içgüdüsel güçlerin varlığı değil; dış dünya olaylarının ve öğrenilmiş davranışların varlığıdır.
Sonuç
Kim ne derse desin, insanoğlunun, bilincinde olmadığı biyolojik temelli gerçek ruhsal dünyası olan ilkel benliğini en kapsamlı ve sistemli bir biçimde ilk kez öğrenmesini sağlama onuru, Freud’a aittir. Hiçbir eleştiri, şimdiye dek bu gerçeği gölgeleme gücünü gösterememiştir. Ancak, ilkel benlik isteklerimizi, içinde yaşadığımız yakın-uzak toplumsal ve evrensel değerleriyle uyumlu bir biçimde yönlendirip kendimizi gerçekleştirme yolunda ilerleyebilmemiz için benliğimizi güçlendirmemiz gerektiği de tartışma götürmez bir gerçekliktir.
Kaynaklar
Bakırcıoğlu, Rasim. Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü. Geliştirilmiş 2. Baskı. Anı Yayıncılık.
Ankara, 2016
Bakırcıoğlu, Rasim. Çocuk ve Ergende Ruh Sağlığı. Genişletilmiş 7. Baskı. Anı Yayıncılık. Ankara,
2020