KÖY ENSTİTÜSÜ- BİR ANADOLU EĞİTİM MODELİ

Eğitim Bilimleri - Uğur Özeren

KÖY ENSTİTÜSÜ- BİR ANADOLU EĞİTİM MODELİ

Uğur Özeren : Sayın Prof. Dr. Tuncay Akçadağ kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Köyde öğretmenlik ile başlayan, Bakanlıkta eğitim uzmanlığı, şube müdürlüğü ve sonrasında akademisyenlik ile devam eden eğitmenlik yolculuğum, Öğretmen akademisi Vakfı’nda uzman eğiticilikle çeşitlenmiş, bu vesile ile ülkemizin her şehrinde binlerce öğretmenin kendi okullarında 2-3’er günlük, sınıf yönetimi başlığındaki konular üzerine, bunun yanı sıra okul yöneticileri ve eğitim müfettişlerinin de hizmet içi eğitimlerinin gerçekleşmesinde fiilen katkıda bulunmuş, halen bir akademisyen olarak göreve devam eden biri olarak kendimi tanıtmam sanırım kısaca olur.
Uğur Özeren : Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan tüm hamleler genç cumhuriyetin büyümesi ve gelişmesi içindi. Genç Cumhuriyetin Anadolu modellemesinde eğitim; yapıcı, yaratıcı, uygulamalı ve üretici olması düşüncesi vardı. Köy Enstitüleri öncesi yapılan eğitim hamleleri var mıdır? Bu hamleler süreci nasıl etkilemiştir?

Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Eğitim tarihimize baktığımızda “Köy enstitüleri” modeli veya projesi, dikilmiş bir ağacın köklendikten, olgunlaştıktan sonraki meyvelerini verme halidir diyebiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitimdeki temel sorun, halkın okuma yazma oranının yükseltilmesi, okullaşma ve öğretmen yetiştirme sorunudur. Ancak bu sorunun kaynağı önceki eğitim anlayışı ve uygulamaları ile ilgilidir. Osmanlı’daki eğitim anlayışını iki türlü yorumlamak mümkün sanırım. Birincisi imparatorluğun himayesi altında örgütlenen eğitim. Bunlar bilindiği gibi saraya adam yetiştirmek ve askeri eğitim olarak görülebilir. Birkaç büyük medrese ile ilgilenilmiş ancak halkın eğitimi bu kapsam içinde görülmeyebilir. Diğeri dini eğitim temelinde işleyen ve hayırsever kişilerin kurdukları vakıflar eliyle işletilen eğitim kurumları biçimindedir. Temel eğitimler çoğunlukla bu yapılanma içinde ele alınmış. 19.yüzyılın ortalarından sonra özellikle savaşların kaybedilmesiyle ortaya çıkan sorunlara çözüm olarak Batı’nın askeri eğitimi ve bununla beraber benimsenmeye çalışılan diğer eğitim alanları bu örgütlenme biçiminde bir karışıklığa neden olmuştur. Batı’daki millet olma, ulusallaşma hareketleri ile yeni bir ivme kazanan süreç, eğitimi de bu konuda etkilemiş ulus olma bilinci olgunlaşmaya başlamıştır. Bilindiği üzere I. Dünya savaşı ve sonrasındaki gelişmeler ülkemizi “Kurtuluş Savaşı” yapmaya zorlamış ve bu sürecin sonunda Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur. Kurulan yeni devlet, her kurulan yeni devlet gibi bir ideoloji, felsefe, siyasal yapılanma ve ekonomik anlayış üzerine inşa edilmek zorundaydı. Kadrolar bu anlayış ve biçim üzerine oluşturulurken asıl sorun halkın bu yeni anlayışla nasıl tanıştırılacağı idi. Çünkü devrimin tutması ve ömrü halkın bu süreci sahiplenmesi ile mümkündü. Halk ise köylerde yaşıyordu. Cumhuriyet devrimi ve köylerde yaşayan bir halk! Soru bu halk nasıl ulus olacak, nasıl medenileşecek, nasıl çağdaş topluluklar arasına dahil olacak? İsmet İnönü cumhuriyeti "bozkırın ortasında kurulmuş bir köylü cumhuriyeti” olarak nitelendirmişti.
İşte tam da bu aşamada eğitim devreye girmek zorunda kalıyor zira başka araç yok. İlk meclis konuşmalarında eğitimin büyük önemi olduğunu, savaştan çıkar çıkmaz asıl savaşın cehaletle yapılacağı belirtilmiştir. Hatta 15 Temmuz 1921’de Ankara’da yapılan ilk maarif kongresine Atatürk cepheden gelerek katılacak ve tarihi bir konuşma yaparak çağdaş eğitimin önemine değinecekti. Bu kongre savaş nedeniyle tamamlanamamış ancak konuya verilen önemi göstermiştir. Eğitimin önemli olduğunu ve acilen önlem alınarak bir seferberliğe girilmesi gerektiğini yine Atatürk’ün meclis konuşmalarından anlıyoruz. 1922 de yaptığı bir meclis konuşmasında “hükümetin en önemli işi maarif işidir” diyerek izlenecek programın niteliğine vurgu yapıyor. Bu programda toplumun asıl sahibinin köylü olduğunu ve bu nedenle yıllarca ihmal edilen köylünün “maarif programında” özellikle yer alması gerektiğini belirtiyor. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında da pek çok kez aynı doğrultuda konuşmalar yapmış, eğitimin en önem verilmesi gereken bir unsur olduğunun altını çizmiştir. Burada belirtmek gerekir ki eğitimden söz edilirken sadece okul yapmak veya okuma yazma öğretmekten ötede bir durum hayal ediliyor. Eğitim kültürel bir dönüşümün aracı olarak görülüyor ve böylece ilk adımın okul yapma ve okuma yazma öğretilmesi olarak devreye girmesi gerektiği belirtiliyor. Uluslaşma, birey olma ve bireyin tüm yönleri ile geliştirilmesi, hür ve bağımsız düşüme gibi nitelikler hedefleniyor. Programlara bakıldığında üç başlık dikkate değer; laiklik, yurttaşlık ve köylüyü eğiterek iş ve meslek sahibi olmasını sağlamak. Öğretmen yetiştirme konusu bu nedenle köyde öğretmenlik olarak beliriyor. Bu hamleyi destekleyen en önemli gelişme Tevhid-i Tedrisat Kanunudur. Böylece her türlü eğitim bir çatı altında toplanarak amaç birliği yapılmaya çalışılmıştır. Amacın duruma zararı olduğu düşünülen yapılardan kurtularak yararlı olduğu düşünülen yapıların halk eğitimi hizmetlerine devam etmesini sağlamak olduğu söylenebilir. Bu nedenle bu ihtiyacı gidermeye yönelik, faaliyetleri devam eden laik kuruluşlar, Türk Ocakları, Gençlik teşkilatları, Millet Mektepleri, Okuma odaları ve Halkevleri gibi yapılar korunmuştur.
1 Kasım 1928’de harf devrimi kabul edildi. Bundan önce yapılan nüfus sayımında ise TUİK verilerine göre (28 Ekim 1927) Ülkede okuma yazma oranı ortalama %8,61; kadınlar 3,67, erkekler 12,99. Avrupa’da bu seferberlik 17. yüzyılda başlamış. Atatürk’ün ifadesiyle yaklaşık 300 yıllık farkın derhal kapanması gerek. Çabalar bu açığı ilk yıllarda ancak %10,2’ye, 1941 de ise %27’ye kadar yükseltilebilecekti. O zamanki şartların gereği yapılması gereken eğitim adımları bir seferberliğe dönüşmüş ve bunun ilk örneği olarak Millet Mektepleri oluşturulmuştur. Halka okuma yazma öğretmenin yanında kültürel dönüşümü de hedefleyen yukarıda sıralanan kuruluşlar bu seferberliğin önemli parçaları olarak görülebilir. Buna rağmen 1935’lere gelindiğinde %80 nüfus köylerde yaşıyor ve okul yok denecek kadar az. Bu okullara kentlerden bulunup gönderilen az sayıda öğretmen de köylerde yaşamakta zorlanıyor ve istenilen durum oluşturulamıyor. Köylerde aynı zamanda bulaşıcı hastalıklar can alıyor ve üretim tamamen ilkel yöntemlerle yapılıyor. Bir de Kurtuluş Savaşı bu topluluklarla gerçekleştirilmiş ve ağır bedeller ödenmiştir. Öte yandan köylere hizmet götürmek için yeterli alt yapı yoktur ve oldukça zorlanılmaktadır. Bu gerçeklik içinde düşünüldüğünde akılcı bir çözüm üretmek, bir formül bulmak gerektiği ortada. Bu çözüm de İsmail Hakkı Tonguç’tan geliyor. Canlandırılacak Köy kitabında Tonguç, meselenin esasını anlatıyor. O, bu modelin sadece bir köy kalkınması olmadığını, bilinçli bir biçimde köyün canlandırılması, köylünün bilinçlendirilmesi, bilinçli yurttaşlara dönüştürülmesi, hatta köylünün devleti yöneten kadrolar içerisinde yer almasını sağlayacak biçimde fırsatlar bulması gibi ideal çerçeveler sunuyor.
Uğur Özeren : 1936 yılında Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleri ile başlayan “Anadolu Aydınlanması” içeren “Köy Öğretmen Okulları” ilk önce niçin ve hangi illerde kuruldu?

Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Köy Enstitülere gelmezden önce şehirli öğretmenlerin köy öğretmenliği tepkisinde karşılık askerliğini tamamlamış, okur yazar olan gençlerden “geçici öğretmen” sıfatıyla bir gruba Eğitim bakanlığı, 1936 ‘da Eskişehir Çiftelerde dört aylık bir kurs düzenliyor. Kursu bitiren 84 kişi çok başarılı işler çıkarıyor ve yurdun başka yerlerinde de benzer uygulamalar başlatılıyor. Bu gençler ilk defa köy Enstitülerin binalarını da yapmaya başlıyorlar. Kendi köylerinde görevlendirilen bu grup köy çocuklarını üç yıl okutup mezun ediyor, köydeki sağlık sorunlarını kaymakamlığa iletiyor, modern tarım tekniklerini köylülere gösteriyor, akşamları da yetişkinlere okuma yazma hesap ve yurttaşlık dersleri veriyorlar. Bu uygulamadan beklenenin üstünde bir sonuç alınınca bunu hemen “Köy Öğretmenliği Kanunu” ile perçinliyorlar. Bu yasaya dayanılarak Çifteler (Eskişehir), Kızılçullu (İzmir) ve Karaağaç (Edirne)'ta birer eğitmen kursu açılmış ve ertesi yıl bunlara üç yeni kurs daha eklenmiş. Burada adını söylemek gerek ilk defa eğitmenliğe yasal statü kazandıran “Köy Eğitmenleri Kanunu” oldukça önemli bir hadisedir. Bu hamleyi izleyen gelişme daha sonra “Köy Öğretmen Okullarının” açılmasını sağlayacaktır. Böylece ileride Köy Enstitülerin en ünlülerinden olacak Kızılçullu, Çifteler ve Göl Köy eğitmen kursları Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür.
Uğur Özeren: Köy Enstitülerinin kuruluşunu ortaya çıkaran sebepler ve eğitim-öğretim içeriği zenginleştiren unsurlar nelerdir?
Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Aslında sebeplerin birçoğunu yukarıda sıraladık. En temel gerekçe köyün kapalı bir yapıdan kurtulması, dezavantajlı grup olmaktan çıkarılması, ülkenin geleceğini oluşturmada etken, bilinçli yurttaşlar olarak var olmalarının sağlanmasıdır. Köy çocuklarının bu amacı gerçekleştirecek biçimde eğitilmelerinin yanı sıra sürecin içine yetişkinleri de dahil ederek köyden kalkınma hamlesi bu uygulama ile gerçekleştirilmek istenmiştir. Hasan Ali Yücel’in bakanlığında ve İlköğretim Genel Müdürü olarak İsmail hakkı Tonguç tarafından 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri açılır. Öğrenciler köylerin ortasında kurulan Köy Enstitülerine seçilerek alınır. Bilindiği üzere Avrupalı eğitimcilerin raporlarından yola çıkılarak “iş içinde eğitim” anlayışı benimsenir. Yani öğrenilenlerin uygulamada nasıl olması gerektiği okulda öğretilecektir. Böylece öğrenciler köye iş yapacak biçimde donatılmış olarak gönderilecektir. İlkokuldan sonra beş yıllık bir eğimle Köy Enstitülerinde sadece öğretmen değil sağlık elamanları da yetiştiriliyordu. Böylece köy çocuklarını köyden alarak eğitip tekrar köye göndererek köyün ve köylünün kalkılması hedefine ulaşılmak isteniyordu.
Köy Enstitülerinin merkezden uzak ve tamamen kendi çabaları ile okul yapmaları, imece ruhu içerisinde kendi ekonomilerini kendilerinin oluşturmaları gerektiğini anlayarak hareket etmelerini sağlamış bu eğitim programına da çeşitli açılardan yansımıştır. Yaşam koşulları ile okul iç içedir. Öyleyse hayatın getirdikleri ile dersler örtüşmek durumundadır ve ders konuları hayatın kendisi olmalıdır. Hayat ziraatı, sağlığı, eğitimi, sanatı, beslenmeyi, sanayiyi, ticareti, elektriği, suyu, yol yapımını karşılarına çıkarıyordu. Öyleyse bunlarla bilimsel yöntemlerle baş edilmeliydi. Eğitim programları bunları gerçekleştirecek nitelikte olmalı ve her yörenin kendi ihtiyaçlarına göre farklılaşmalıydı. Böylece öğrenciler de serbest düşünmeye yönlenecek, sorunlara çözüm üreten mekanizmalar haline gelecekti. Böylesine bir oluşumun yetişkin muamelesi görmesi ve öz güvenlerinin tam olması gerekirdi. Bu nedenle düşünme, okuma, yazma, eleştirel düşünme, sanatla ilgilenme, Cumhuriyeti ve ilkelerini benimseme ve savunma, özgür ve katılımcı yurttaş olma, birlikte çalışma gibi konulara önem verilmiş ve program bu temelde işletilmiştir.

Uğur Özeren : “Köy Enstitüleri” kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınma problemlerini çözme konusunda nasıl kazanımlar ortaya çıkardı?
Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Köy Enstitülerinin temel gayesi Türkiye’yi Cumhuriyetin ve Atatürk’ün Türkiye’si yapmaktı. Bu tarafa girmek istemem ama siyasi çatışmaların nedeni de aslında budur. Bu minval üzerine kalkınma hedefleri oluşturmak sadece matematiksel çözümlerle mümkün değil. Bu nedenle kültürel dönüşüm gereklidir. Köy Enstitüleri ile bu kültürel dönüşüm hedeflenmiştir denilebilir. Hem ekonomik hem de sosyal olarak bu dönüşümü istemeyenler doğal olarak açıktan veya gizliden karşı saldırılar içine girmişlerdir. Köy Enstitüleri ile gerçekleştirilmek istenen amaç gayet basit ve açıktır; Cumhuriyetin gerektirdiği ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamak. Bunu sağlayabilmek için Türk köylüsünü bilgisizlikten ya da cahillikten kurtarmak. Bunun aşamaları olarak öncelikle köye özgü bir okul sistemi oluşturarak köy öğretmenleri yetiştirmek yolu seçildi. Mezun olan öğretmenler, birer köy liderleri olarak köye gönderildi ve sadece çocuklara değil tüm köylüye başta okuma yazma olmak üzere tüm sorunları çözebilecek niteliklerde donatılmış olduklarından tarımdan marangozluğa, sağlıktan spora, hayvancılıktan inşaat işlerine kadar pek çok başarılı çalışmalar gerçekleştirildi. Bu öğretmenler eğitim tarihine de örnek bir model olarak geçti.
Uğur Özeren : Köy Enstitülerinin yaşam belleği de diyebileceğimiz eğitim müfredatında hangi dersler vardı? Bu dersler ile yapılmak istenenler arasında nasıl bağlar kurulabilir?
Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Burada derslerin ayrıntılarını ve isimlerine girmekten çok hareket edilen mantığa dikkat çekmek daha yerinde olur kanısındayım. Bu söyleşinin bence temel amacı bugün eğitim problemlerimize o günlerde hareket edilmiş olan o mantığı örnek alamaya yönelik mesajlar vermek. İncelendiğinde dersler, hayat bilgisi, tabiat bilgisi iş ve ziraat bilgisi, fen ve matematik, genel kültür ve sanat dersleri gibi derslerden oluşmaktadır. Dersler aracılığı ile biçimlendirilmek istenen öğretmen, kültürel olaylara duyarlı, sanattan anlayan, alanında uzman, zanaatkar, iyi insan, iyi yurttaş, pedagog ve yetişkin eğitimcisi, iletişimci ve işbirlikçi gibi özelliklere sahip. Ders hedeflerinin oldukça genel hedefler olduğunu, öğretmenlerin bu genel hedefleri yörenin ihtiyaç ve sorunlarına göre biçimlendirdiğini görüyoruz. Söz gelimi bugün bunu sağlayamıyoruz. Yani çevre ve öğrenciye göre eğitim programı düzenlenmiş. Büyük başarı. Hal böyle olunca köy öğretmeni yetiştirme programı da oldukça ağır bir programa dönüşüyor. Programın gerçekleştirilmesinde görülen bazı zorunluluklar var ki hem keyifli hem zorunlu olarak değerlendirilebilir. Örneğin, her öğretmen adayının bir müzik aleti çalması veya yılda 25 klasik eseri okumak zorunda olmaları gibi. Tabi yatılı okul olması zamanı etkin kullanmada bir avantaj. Bu sistemden geçen öğretmen köyde göreve başladığında defter kitap eğitimi dışında ziraat, sağlık, inşaat, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, marangozluk gibi birçok alanda köylüyü aydınlatacak nitelikte oluyor; hatta kendi okullarını köylü desteği ile Hasanoğlan’da olduğu gibi kendileri yapabiliyorlardı. Kısaca dersler ile amaç-araç bağlantısı kurulacak biçimde bir yol izlenmiş ve hiçbir şey ezberden, iş olsun diye yapılmamış. Her yapılanın gerekçeli ve tutarlı bir açıklaması var.

Uğur Özeren : Köy Enstitülerinin kuruluş ve eğitim felsefesini günümüz koşullarına uyarlarsak bu felsefeyi güncelleyip, yaşamımıza nasıl uyarlayabiliriz?
Prof. Dr. Tuncay Akçadağ: Yukarıda da belirttim. Aslında burası biz eğitimcileri her şeyden fazla ilgilendiriyor. Sonuçta eğitim tarihine bugünlere ışık tutsun, ders çıkaralım diye bakıyoruz. Köy Enstitüleri siyasi bakışı bir kenara bırakarak bir eğitim mucizesine dönüştüren durum analiz edilirse, şartlar- hedef – araç – uygulama değişkenlerinin çok iyi kombine edildiğini söyleyebiliriz. Bugüne uyarlamak yine bu değişkenleri sistematik bir biçimde ele almaktan geçer sanırım. Bugün neden yapamıyoruz önce buna bakmak lazım. Mevcut şartlarımız oldukça farklılık gösteriyor. Köy Enstitüsü mantığına göre her koşulu kendi içinde değerlendirerek ele almak gerekir. Dolayısıyla başarı her yörenin şartlarına göre belirlenmek durumunda. Bu günkü noktada bunu yapmak çok zor. Çünkü başarılı olmanın koşulu tek bir tane. Herkes merkezden belirlenen sınavlara göre hazırlanmak ve bu sınavları geçmek zorunda. Bu durum da eğitim enflasyonu yaratarak gittikçe daha çok ve zor sınavlara dönüşmekte ve kısır döngü oluşturmakta. Oysa Köy Enstitülüler sadece o köyde en iyisini yapmaya, o yöre insanını kendi içinde en iyi olmasını sağlamaya endekslenmiş. Japon kalkınmasında da bu yolun izlendiğini hatırlatmak isterim. Köyden kente göç ve köylerin yok olmaya yüz tutması, şehirlerin köyleşmesi bu nedenledir. Tarımdan sanayileşmeye yerelden hareket edilecek bir politika ve bunun paralelinde amaçlanan eğitim uygulamaları Köy Enstitülülerin bugüne yönelik mesajıdır diye yorumlayabilirim. Diğer yandan Köy Enstitülüler, pragmatizm ve idealizmi birleştiren bir felsefeyi izlediler. Felsefe olmadan olmaz. Felsefeye inanmak ve o doğrultuda hareket etmek ilkeli olmaya götürür. Felsefeye inanırsanız savunursunuz ve onun bir parçası olmaya çalışırsınız. Eğer inanmazsanız sadece uygulamanın bir teknisyeni olursunuz. Yani davranışlarınız bir değere göre biçimlenmez. O günlerde bir felsefenin inanmışları ve savunucuları bu işi yaptılar. Bugün bir karmaşa söz konusu. Bu karmaşa içinde eğitim hedeflerini tayin etmek bu eksiklikten dolayı çok zor görünüyor. Sıradan bir okula gidin ve sorun. Sizin mezun etmek istediğiniz öğrencinin nitelikleri nelerdir diye. Tam cevap alamadığınızı görürsünüz. Çünkü bir felsefeden yoksun, bir şeylerin tarifi üzerine hareket eden teknisyenlerden oluşan bir eğitim camiası var. Köy Enstitülüler bir felsefe-değer etrafında birleşmeyi başardıkları için bugün anılıyor ve unutulmuyorlar. O değerler de aslında kök değerler. Böylece eğitim hedefleri ortaya çıkar ki, bu bizi ideale yani en iyisini yapmaya götürür. Bu hedeflerin yere basması, yaşam sorunlarını çözmesi, sorundan müfredata geçiş de ilerlemeci felsefenin uygulamalarıdır. İş içinde eğitim bu nedenledir. Yani doğrusunu test et, öğren; hayata geç yap mantığı işler.
Hedeflere ulaşmada araç tayini de başarıyı bir o kadar kolaylaştıran unsurdur ki, köyden başarılı öğrencilerin seçilip alınması daha sonra yine geldikleri yere köye göndererek liderlik etmelerinin sağlanması deyim yerindeyse bir taşla birden çok kuş vurmaya güzel bir örnek. Yani kaldıraç gücü devreye sokulmuş. Bunu da iyi yetişmiş, liyakate göre iş yapan kadrolar yapabilir. Mesajlar gayet açık. Buna göre durumu belirleyip formüller oluşturmak neden olmasın?
Uğur Özeren: Prof. Dr. Tuncay Akçadağ değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için hem Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi ailesi adına hem de okuyucularımız adına çok teşekkür ederiz.