Nefretin Linç Hali: İtibar Suikasti

Siyaset Bilim - Doç. Dr. Ali Baltacı

Nefretin Linç Hali: İtibar Suikasti
Psikoloji insan ruhunun derinliklerini inceleyen bilim dalıdır. Bu bilimde birden çok yaklaşım olsa da genelde olumlu etkileşimleri vurgulamayı tercih edenler ile insan ruhunun karanlık yönüne dikkat çekenler önemli bir ayrışma alanı yaratır. İnsan daima mutlu olmak, iyi olmak, huzurlu olmak istese de buna engel olmaya çalışan kötücül karakterler de bulunur. O halde psikolojinin sevgi ve mutluluk temasına uymayan karanlık bir yönü olduğu ve bunun incelenmesi gerektiği aşikardır.
Karanlık, kötücül veya olumsuz duyguların belki de en güçlüsü olan nefret, biz ve düşman ayrımının olduğu durumlarda görülen ve içinde pek çok yan duyguyu taşıyan eklektik, yaygın bir duygu durumudur. Nefret bir yönü ile kötücül duygunun yoğunluğu, diğer yönüyle bu duygunun somutlaşma potansiyelini temsil eder. Çoğu duygu içte yaşanırken nefret, davranışa dönüşme potansiyeli olan ve engellenmediğinde acı sonuçlar veren bir duygudur. Nefret üzerinde düşünmeye başladıkça çevremdeki olumsuz, karanlık veya kötücül duygulara odaklandım. Gerek yaşadığım süreçte gerekse çevremde gözlemlediğim pek çok olgu içinde nefretin izlerini sürdüm. Özellikle son dönem ülke gündemine yoğunlaşarak nefretin somut hallerini belirlemeye çalıştım. Bu yazı dizisinde sizlere nefretin hallerini paylaşacağım. Nefretin vücut bulmuş hallerini bilmek, nefretle mücadelede bizlere bir tür koruma kalkanı sağlayacaktır.
Nefretin ilk ve en önemli görüntüleri arasında yer alan kin, kıskançlık, yıldırma ve dışlama gibi davranışları nefret psikolojisi temelinde ele alarak her bir duygunun nefreti nasıl beslediğini, nefretin hangi psikolojik halleri tetiklediğini incelemeye çalışacağım. Özellikle iş yerlerinde, okullarda, hastanelerde yaşanan itibar suikastlerine ve bunun nefreti nasıl körüklediğine odaklanarak sözlerime başlamak isterim.
İtibar Neden Önemlidir?
Modernite bizi yalnızlığa hapsetse de aslında hepimiz belirli bir sosyal çevreye sahibiz. Çevremizle iletişim kurmak yaşamsal önemde; çünkü iletişim varoluşsal bir ihtiyaç. Ayrıca iletişim kurarak stresi azaltıyor ve diğerlerinin yaşamlarına dokunarak hayatımıza anlam katıyoruz. Bu anlamlandırma sürecinde diğerlerinin gözünde nerede olduğumuz önemli. Yani bizim statümüz aslında diğerlerine kendimizi sunma biçimimizle doğrudan ilişkili. Byung-Chul Han, bu statü edinimini performansa bağlıyor; bireysel performanslarımız bizim toplum içindeki konumumuzu sağlıyor. Elbette yapıp ettiklerimizden sorumluyuz ve bu sorumluluk bazen aşırı anlam yüklemeleriyle itibarımızı sağlamlaştırırken bazen de sekteye uğratabiliyor. Bu noktada itibar Bauman tarafından, sorumluluklardan ve iş birliğinden doğan bir konumlandırma olarak tanımlanıyor. Yani itibarımız aslında kişiliğimizin ve diğerlerine olan sorumluluğumuzun önemli bir parçası.
Peki itibar sadece sorumluluk kavramıyla kazanılabilir mi? Aslında evet, sorumluluğunu bilen ve işlerini bu sorumluluklara göre sürdürenlerin toplum içinde tutarlı kişilik olarak değerlendirildiği ve onlara itibar atfedildiğini görüyoruz. Ancak itibarın insana kattığı artı değerin yanında düşman kazandıran bir yönü de var. Çünkü siz itibar sahibi oldukça çevreniz için tehdit oluşturuyorsunuz. Çevrenizden farklılaşıp özel bir konuma geldikçe aslında ötekilerle aranızdaki fark da keskinleşiyor ve neticede kıskanılıyorsunuz. Maalesef belirli bir konuma gelmiş herkesin farklı türden düşmanı oluyor; düşman kazanmaya çalışmasanız dahi birileri sizi düşman olarak algılama potansiyeline sahip. Bunun pek çok pikolojik nedeni var elbette. Mesela hakkınızdaki gerçekliği manipüle ederek size aslında yapmadığınız, söylemediğiniz veya düşünmediğiniz şeyler yaftalanarak itibarınız alaşağı edilebiliyor. Buna kısaca itibar suikasti diyoruz…
İtibar Suikasti Neden Olur?
Yaşadığımız toplum pek çok gerçekliği barındırıyor. Öncelikle hepimiz belirsizlik içinde yaşıyoruz. Gelecek kaygısı taşıyoruz… Ölüm korkusu veya yaşantımızdaki pek çok şeye şüphe ile yaklaşma gibi karmaşık duyguları yönetmeye çalışıyoruz. Bu belirsizlikler, gerçekleştirilmemiş duyguları arttırıyor; yani aslında gerçekleştiremediğimiz, yaşayamadığımız hayatları başkalarının yaşadığını görmek bize acı veriyor. Bu acı bize ikili bir seçenek sunuyor ya eylemsizlik içinde kalıp çevremizdeki olaylara tepki vermeden sadece gözleyip duracağız ya da eyleme geçeceğiz. İşte bu noktada eylem, genellikle sahip olmadıklarımıza sahip olanlara karşı duyulan bir olumsuz duyguya dönüşüyor. Buna kıskançlık diyelim. Kıskançlık, zararsız bir duygu değil; genellikle imrenme ve kıskanma karıştırılır. İmreniriz, çünkü ötekinin sahip olduğunu bizde isteriz ama aynı zamanda öteki sahip olduğu şeyi korumaya ve kullanmaya devam eder. Kıskanma ise ötekinin hakkını gasp ederek onun elindekini alma ve onu bu şeyden yoksun bırakmadır. Kıskançlığı haset, kin ve nefret takip eder. Tüm bu duygular aslında bizim sahip olma güdümüzün kötücüllüğünü gösterir. Diğerinin payını ne kadar istiyoruz? Ona yaşam şansı tanımak istiyor muyuz? İşte itibar süikastı tam da bu noktada başlar… Onun sahip olduğunun ne kadarı bana geçmeli; ona ne kadar zarar vermeliyim…
İtibar süikastinin nedenleri arasında diğerlerinin size duyduğu rekabet güdüsünün yanında aşağılık kompleksinin de yattığı söylenebilir. Sizi itibarsızlaştırarak kendi statülerini meşrulaştırma çabası, aşağılık kompleksinin en belirgin halidir. Düşman kazanmak için özel çaba sarf etmenize gerek yoktur; çünkü etrafınız zaten sizden aşağı karakter ve bilgiye sahip insanlarla doludur. Bunlardan herhangi birisi sizi düşman olarak görerek kendi yeteneksizliğinin veya çaresizliğinin açığa çıkmaması sizi kullanır. Bu sinsi düşman türü en tehlikeli olandır; çünkü sizin üzerinden kendi meşruiyetini sağlamak ona yaşam alanı sağlar. Bu yaşam alanı içinde kendi gücünü koruyacak ve kazanımlarını, muhtemelen rantını, devam ettirecektir. Diğerini imha ederek kendi mutluluğunu var etme çabası, erdemli bir davranış olmasa da insanların sıkça baş vurduğu itibar süikasti yöntemlerindendir.
İtibar Süikasti Nasıl Olur?
İtibar sükastinde hakkınızda doğru olan şeylerin algısı bozulur. Yani gerçek olan yalan olanla ikame edilir. Kierkegaard buna doğruluk algısının bozunması der. Doğru, nesnel olsa da onu anlamak için öznel deneyimlere ihtiyaç duyarız. Bu durumda herkes bizim doğrularımızı kendi algısına göre anlar. Yani düşmanımız, diğerlerinin bizi algılayış biçimini değiştirirse hakkımızdaki gerçekleri de değiştirebilir. Zaten düşmanın tek amacı da budur. Yani sizi “tekinsiz” kılmak, size inanılmasını engellemek…
Aslında itibar süikastinin pek çok çeşidi var. İşyerinde veya özel yaşamda karşılaştığımız çok farklı itibarsızlaştırma durumları var. Bazen karma şeyler; yani iş yaşamının özele veya özelin iş yaşamına zerk edilmesi de söz konusu. Ancak itibar süikasti genellikle bir nedene bağlanıyor: saygınlığın yok edilmesi. Size nefret duyan kişi sizin saygınlığınıza saldırıyor çünkü şunun farkında “saygınlık en zor kazanılan sosyal etkidir”. Saygınlık, ilmek ilmek kazanılır. Saygınlığınız için çok emek harcamış, büyük bedeller ödemiş ve tırnaklarınızla kazıyarak belli bir konuma gelmişsinizdir. Bir gün sizden nefret eden ve genellikle kimliğini bilmediğiniz (çoğu kez güçlü tahminlerimiz vardır) düşman(lar) tarafından saygınlığını hedef alınır. Ya söylediğiniz bir söz ya yaptığınız bir iş veya sadece varlığınız bile bu kişileri rahatsız etmiş olabilir. Başarılı olmanızı çekemezler, çünkü siz onlar için tehditsinizdir. Mutlu olmanızı istemezler, çünkü kendileriyle barışık değillerdir. Yükselmeniz, farklı ve özgün işler yapmanız onlar için gurur kaynağı olmaz; çünkü sizin başarınız, onların başarısızlığını açığa çıkarıyordur. Bu düşünsel zeminde öncelikle hakkınızda dedikodu çıkarılır. Yapmadığınız, söylemediğiniz şeyler sanki siz söylemiş ve yapmışsınız gibi lanse edilir. Dedikodunun yıkıcı olabilmesi için etiketleme önemlidir. Sizin konuştuğunuz kişiler, gittiğiniz yerler, gezdiğiniz parklar bile dedikoduya kanıt olarak sunulur. İnsanlar bu sanal gerçekliğe inansın diye kanıtlar mümkün olduğunca yaşamınızdan gerçek kesitler barındırır. Dedikodu aşaması güçlü bir şekilde işlenirse insanlar hakkınızdaki gerçekleri unutmaya başlar. Gerçekle yalanın karıştığı bu evrede sanal bir gerçeklik yaratılır. İnsanların kafasında “acaba?” soruları oluşturulur.
Dedikodu süreci Platon’un ünlü mağara alegorisine benzer. Mağaradaki gölgenin ne olduğunu bilmeyen insanlar, bu gölgeyi başka şeylerle eşleştirir. Hakkınızdaki dedikodunun gerçekliğini sorgulamayan insanlar, duydukları yalan yanlış şeyleri mantığa bürümeye heveslidir. Gerçeklik algısı bozuldukça onun yerine ikamet edilecek meşru değişkenler aranır. Yani yapmadığınız şeylere meşru kılıflar aranır. Hakkınızdaki yalanlara karşı kendinizi savunmanız veya sessiz kalmanız durumunda bile yapılacak dedikodular düşmanlarınız tarafından belirlenmiştir. Hakkınızı arayıp gerçeği söyleseniz dahi size inanılmayacak denli büyük yalanlar tedavüle sokulur. Sessiz kaldığınızdaysa zaten yalanları kabul etmişsiniz demektir. İşte itibar suikasti maalesef size yöneltilen nefretin en zor yönetilen halidir. Buna linç de diyebiliriz. Nefret bir aşamada eyleme geçerek dedikodu ve diğer damgalama araçlarıyla size yönelir ve sizi linç eder.
Linç Nasıl Bir Duygudur?
Aslında linç, bir tür intikam arzusudur. Sizde olmayana sahip olanı alaşağı etmek. Onu ortadan kaldırmak. Onun yaşamını yok etmek; onu tarihten silmek… İşte tüm bu intikam arzusunun kaynağı insanın varolma duygusudur. “Ben varım ve onlar benden daha aşağıda olmalılar” veya “en üstün ve iyi olan, saygınlık duyulan ve imrenilen ben olmalıyım” gibi güdüler, kibirli ve narsisistik kişiliğe vurgu yapar. Nefret, güçlü olumsuz duygulara sahip insanlarda daha sık görülür. Çünkü onlar içlerindeki kibri her durumda meşru kılmak isterler. Bir nevi efendi-köle ikilemi aslında. Efendiye itaat etmeyen köle cezalandırılır. Kibirli olana itaat etmeyen linç edilir. İş yerlerinde ve özel yaşantımızda çok görürüz böyle sapmış insanları. Buradaki sapma, normalden farklılaşma anlamında elbette. Paul Bloom, “Against Emphaty” isimli eserinde buna empatinin karanlık tarafı diyor. Yani kibirli insan da empati duyar ancak onun duyduğu empati, sapkın bir karakterde. Yani herkes beni görsün, beni tanısın, bana kulak versin gibi hep “ben” ve “benliğe” vurgu yapan duruma karanlık empati deniyor. Bu kişilerdeki fark edilme arzusu o kadar yüksek ki aslında içlerindeki kibrin farkında değiller ve kendilerini diğerlerine tahakküm eden bir noktada görmüyorlar. İşte narsisistlerin içine düştüğü çıkmaz da bu. Yani diğerlerini kendileri için gönderilmiş köle olarak görmeleri ve bunu meşru kabul etmeleri. Oysa dünya kimsenin etrafında dönmüyor; diğerleri de en az bizim kadar önemli ve değerli…
Yeniden linç kavramına dönersek belki de söz etmemiz gereken önemli kavramlardan birisi linçin aslında bir öldürme arzusunu içinde barındırdığı. Linç hem sürü psikolojisi hem de bireysel yok etme arzusuna vurgu yaptığından, diğerini ortadan kaldırma güdüsünün aslında insanın içinde bastırılmış önemli bir güdü olduğunu söyleyebiliriz. Carl Jung, buna gölge arketipi diyor. İnsanın sakladığı, içine attığı ve göstermekten çekindiği olumuz duygular; bilinçaltına gönderilir. Bir süre sonra bir vesileyle bu duygular bilince hükmetmeye başlar. O anda insanın karanlık tarafını görmeye başlarız. Nietzsche, karanlık bir kuyuya bakan kişinin bir süre sonra karanlığın bir parçası olacağını söyler. İşte bu gölge arketipi tam olarak bu. İmreniriz, isteriz, elde edemeyince veya reddedilince kıskanmaya başlarız; kıskandıkça hırsımız artar, kinimiz artar ve eyleme geçerek linç ederiz.
Linç bireysel olduğu kadar toplumsal bir eylemi de yansıtır. Bir histeri halinden öte karanlık, kötücül ve sonuçları ağır, yıkıcı olan bir eylem. Linç için aynı şeyleri düşünen insanlara ihtiyaç vardır. Düşmanlarınız bunu bildiğinden sağlam temelleri olan dedikodu ve karalama kampanyaları düzenlerler. Yalanlar o denli inandırıcıdır ki kendinizi savunamazsınız. Yaşadığınız süreci “dış mihraklar, karanlık güçler veya komplo teorilerine” bağlamak da sizi kurtarmaz. Çünkü düşman, zaten bunu düşünerek işe girişmiştir. Dedikodu ve diğer araçlarla doldurulan güruhlar, zamanla sizin aleyhinize söylemler geliştirmeye başlar. Bir noktada mesela şikâyet edilme veya isimsiz şekillerde ifşa edilme gibi durumlar olabilir. Günümüzde sosyal medya bunu çok güzel yapıyor. Anonim hesaplardan her gün yeni birisinin linç edildiğini görüyoruz. Sosyal medyanın inandırıcılığı bir yana mağdurun kendini savunacak hali de yok. Çünkü binlerce kişilik bir grup size saldırıyor ve birisine cevap verseniz misliyle karşılık alıyorsunuz. İletişim psikologları bu durumu yönetmek için farklı stratejiler öneriyor.
Linç Edilen Kişi Neler Yapabilir?
Aslında pek çok stratejiden söz edebiliriz linçe uğradığımızı düşündüğümüz zaman uygulayabileceğimiz. Burada en kolay uygulanabilir olanı paylaşayım. Sessiz kalıp bir süre beklemek… En iyi strateji değil belki ama uygun kullanıldığında linçe uğrayanın kendini savunabilmesi için zaman kazanmasına ve sakin kalıp düşünmesine yetecek bir boşluk oluşturması açısından önemli bir strateji bu. Sessiz kaldığımız, kendimizi savunmayacağımız anlamına gelmiyor. Sadece bize yöneltilen durumu anlamaya çalışıyoruz. Düşman kim? aslında ne istiyor? olay nedir? … Bu sorgulamalara cevap bulduktan sonra yakın çevreden itibaren kendini haklı çıkarak söylemin, yalana karşı gerçeğin, savunulması gerekiyor. Çünkü size karşıt insanlar olduğu kadar size empati duyan ve içinde olduğunuz zorluğun farkında olanlar da olacaktır. Bazen onları dinlemek ve küçük yönlendirmeler uymak iyi olabilir. Ama bu aşamada bir eyleme geçmeden önce iyi planlama yapmak gerekli.
Sonraki aşama “ben ne yaparak buna neden oldum?” ya da “neden bu benim başıma geldi?” gibi rasyonel bir neden aramak. Sorunu rasyonelleştirmek, duyguları bir kenara bırakarak içinde yaşadığınız krizi daha iyi anlamanızı sağlıyor. Bu açıdan sessizliğin belki de en önemli yanı, bekledikçe linçe uğradığınız andaki ilk tepkiler ve bu tepkilerin doğurduğu olumsuz duygulardan sıyrılmanız. Duygu ortamdan çekildikçe rasyonel düşünce eylemlerinize yön veriyor. Daha akla yatkın kararlar alıyorsunuz. Bu açıdan bir süre bekleyip duyguyu soğutmak önemli.
Linç olayını lehimize çevirmek için yapacağımız mağdur rolleri, bir kesimi bize yaklaştırırken büyük bir kesimin bize karşı cephelenmesine neden olabilir. Bu sebeple sessizlik sonrası bir açıklama ile yaşadığınız durumu anlatmanız önemli. İlk tepki anında çevreniz ve ailenize bu durumu açıklamak; sonrasında bir süre bekleyerek kamusal alanda geniş kitlelere mantıklı bir açıklama yapmak işinizi kolaylaştıracaktır.
Lince ilişkin diğer stratejiler neler? Mesela umursamazlık; çok etkili olabilir. İnsanları önemsemiyorum, hakkımda istediklerini söyleyebilirler. Saygınlığımı yitirmek beni etkilemez gibi durumlarla da karşılaşıyoruz. Bu aslında sizin insanlara verdiğiniz değerin bir göstergesi. Evet, insanlar sizi sizin onlara verdiğiniz değer kadar önemsemez ve evet, onlar için aslında yaşamınızın alt üst olması yalnızca ibret alınacak bir olaydır. Bazen sadece örnek göstermek için birisinin tüm itibarını alaşağı etmesini izleriz; izlence etkisi deriz buna. Yani o kişi linçe uğramıştır ve kendini savunmaz, durumu umursamaz ve günden güne tüm saygınlığını yitirir. Bu durumu izleyenlerde bir çeşit üzüntü olsa da aslında bir tür elinde olanı koruma, haline şükretme gibi durumların alt duygu olarak yaşandığını biliriz.
Linç Edildikten Sonra İnsan Nasıl Toplanır? Nasıl Eski Saygınlığımızı Kazanırız?
Linç ile baş etmek aslında “toplamı sıfır olan bir oyun” gibi… Yani kazananı ve kaybedeni açıkça belli değil. Evet bir kaybeden var ve bu kişi mağdur ama kazanan kim… yani sizi linç edip bundan nemalanan veya kendine yarar sağlayan kim? Bu aslında cevaplanması kolay bir soru. Çünkü zaman içinde neden linç edildiğiniz, bundan kimlerin çıkar sağladıkları zaten ortaya çıkacak. Ancak burada önemli olan o zamanı yönetmek… Yani linç edildikten sonra nasıl bir toparlanma süreci içine gireceğimiz önemli.
Burada belki de bahsetmemiz gereken önemli bir baş etme mekanizması olarak psikolojik esneklikten söz edebiliriz. İçsel yaşam dengesi, engelleri fark etme durumu, kararlılık, anlamlı yaşam arzusu ve özgüven gibi duygu durumlarını içinde barındıran psikolojik esneklik, hayatta kısa yolun olmadığı ilkesi üzerine kuruludur. Evet, başımıza kötü işler gelebilir ama bir şekilde içimizde toparlanma gücünü bulmalıyız. Bu da ancak gerçekten yaşama bağlı olmak ve kaybettiğimiz saygınlığı yeniden kazanmakla mümkün olacaktır. Linç gibi yoğun bir durumdan sıyrılmak zaman alır. Ancak içinizdeki cevhere odaklanarak bu karanlık dönemi atlatmak mümkündür…
Linç olayı yaşandıktan sonra toplum üzerindeki gerginliği atmıştır. İçinde olan tüm kini, nefreti açığa vurmuştur. Taşlanan, zarar gören, suikaste uğrayan veya infaz edilen bir saygınlığı yeniden ayağa kaldırmanın en iyi yolu: eğer mümkünse mekân değiştirmektir. Çünkü sizinle aynı ortamda sizi linç eden düşmanlarla yaşamaya çalışmak psikolojik açıdan sizi olumsuz etkileyecektir. Sürekli yaşadığınız süreç yüzünüze vurulacak, yalan olduğunu bildiğiniz şeylerle itham edileceksinizdir. Bu durumla yaşamak zor olduğundan genellikle insanlar “sağ kalma suçluluğunu” yaşamak yerine, kaçma-kurtulma duygusunu tatma eğilimindedirler. Aslında bu kayıp veya yas psikolojisinin temel baş etme mekanizmalarından birine de vurgu yapar. Yakınını, çocuğunu kaybetmiş ebeveynler evliliği sürdüremez ve ayrılırlar; yaşamlarını farklı şehirlerde farklı insanlar geçirmek isterler. Çünkü kayıplarını sürekli anmak, onlarda olumsuz duyguların uzun süre hükmettiği melankolik bir yaşantıyı da beraberinde getirir.
Linç edilenlerde (mağdur diyebiliriz) görülen diğer bir duygu durumu: dünyanın adil bir yer olmadığı inancıdır. Adalet, kötülüğü azaltır. Ama haksız yere suçlanan, linç edilen birisinin hala dünyanın adil olduğuna inanması oldukça güçlü karakter yapısını gerektirir. Linç edilen, suçtan arınmış bir dünya yaratmanın imkansızlığına inanır ve kimseye güvenmez. İnsanlarla iletişimini minimum seviyeye indirir; herkese ve her şeye dikkatle yaklaşır. Korku, güvensizlik ve kaygı sıradanlaşır. Bu noktada linç edilenin anonim olmaya çalıştığına tanık oluruz. Adını değiştirir, tayin ister, oturduğu semtten ayrılır…
Linç edilenlerde dışlanmışlığın getirdiği yalnızlık hissi hakimdir. Tüm dünyanın kendisine karşı olduğunu düşünen mağdur, giderek gerçeklikten uzaklaşır. Amaçsızlık duygusu, hayatın anlamsızlığı, başına gelen haksızlığı kabul edememe gibi durumlar mağdurun yaşamına yön vermeye başlar. Yaşanan olumsuzlukları kabul edememek, sürekli melankoli halini destekler ve sonuçta intihar girişimleri artabilir.
Nadir de olsa çevrenizden birileri itibar suikastine uğradığınızda sizi savunabilir. Bazen meslek odaları, spor klüpleri, dernek ve sendikaların itibar süikastine uğrayan üyeleri için birlik olduğunu görürüz. Bu aslında Jung’un “kahraman arketipi” dediği şey; yani ezilenin olduğu bir durumda biri kahramana dönüşmeyi ister. Karpman buna drama üçgeni der; bir ezen ve bir ezilenin olduğu ilişkide daima bir kurtarıcı olacaktır. Bazen bu kurtarıcı yakın çevremizden biri olabilir; ancak çoğu kez ilahi bir gücün bizi kurtardığına inanırız. Kader paradoksu da denilen bu duruma göre aslında kurtarıcı bize gönderen ve yaşadığımız durumdan bizi çekip çıkaran güç, ilahi bir niteliktedir. Bu mantığa bürüme durumu aynı zamanda bağımlı kişilik özelliği gösterenlerde sıkça görülen bir atıf hatasına da dikkat çeker. Yani başımıza gelenlerin bir nedeni olduğu kadar, bizi bu durumdan kurtaranları da güdüleyen bir neden vardır… Mağdurun bu ruh hali içinde olması, yaşadığı sürecin kolaylaşmasını sağlarken, ona fazladan bir dayanma gücü de sunar.
İtibar konusunda yazılacak o kadar şey var ki… Burada oldukça temel düzeyde ele aldığımız itibar suikasti, yaşadığımız dönemde sıkça karşılaştığımız, önem arz eden konuların başında. Bazen bir siyasetçiye bazen din adamına veya sıradan bir kişiye bile yapılabilir. Sonuçları yıkıcıdır. Linçten sonra toparlanma ise zamana ve sizin psikolojik esneklik kapasitenize bağlıdır.