HİCRAN OKU SİNEM DELER

Fikir Yazıları - SERPİL ARI YILMAZ

HİCRAN OKU SİNEM DELER

Gözlerini tavana dikmiş, burnundan derin derin nefes alıyordu. Ağzına aldığı yorganı dişleriyle olabildiğine sıkıyordu. Alnından, terler boşanıyor, gözleri an geliyor yuvasından çıkacakmış gibi oluyordu. Tuzlu teri, alından yüzüne doğru süzülüyordu. Saçları yüzünün terine yapışmış, alt dudağı kuruluktan çatlamıştı. İçinde ki organları parçalara ayrılıyormuş gibi sancılanıyordu. Kalbi sıkışıyor burnundan alıp vermeye çalıştığı nefesi almakta zorlanıyordu. Ama ses vermiyor, sadece acılarıyla boğuşuyordu yatağında...

-Bağırmayacağım, duymayacaklar işte sesimi!
diye geçiriyordu aklından, kararlıydı da ses vermemeye, yorganı alabildiğine ısırmaya devam ediyordu inleyerek...
-Alim, Alim diye içinden çığlıklar atıyor, yorganı daha da ısırıyor, ağlıyor, ağlıyordu...
Bir yıldır bir kabusun içindeydi Şükran, Uyandır beni Allahım uyandır beni diye bağışlayıcıya yalvarıyordu yine, bir yıldır her saniye yalvardığı gibi.

Ama bağışlayıcı, yine unutmuştu bu coğrafyada doğan kadınları, yine duymamıştı kendisine yalvaran milyonlarca kadınlardan birinin sesini hiç yokmuş gibi davranmaya ve kendisine yalvaranları duymamaya devam ediyordu. Biraz tuhaftı bu bağışlayıcı, madem gücü vardı neden bunca insan bu kadar acı çekmek zorunda kalıyordu? Neden kötü şeyleri düzeltmiyor da habire bekletiyordu. İnsanları, güzel günlerin züğürt teselliyle bugün değilse yarın mutlakalarla oyalıyordu elinden geldiğince...

-“Uyandır Beni Allahım... Kurtar bu kabustan” diye yalvarıyordu Şükran. “Alimi ver bana, okulumu ver, kitaplarımı, defterlerimi ver !” diye sessiz çığlıklar atıyordu zihninden.

Elleriyle yattığı döşeğin iki kenarını olabildiğince sıkıyor, yattığı yer yatağında kıvır kıvır kıvranıyordu. Çektiği sancı o kadar şiddetlenmişti ki karnından kasıklarına doğru depremler oluyormuş gibi hissediyordu. Bir şeyler kopuyordu içinden, bir şeyler bedenini ikiye ayırıyordu. Çekiyordu bedenini, aşağıya doğru bir güç ve bu güç daha da şiddetli bir sancıya dönüşüyordu. Kemiklerinin hepsinin tek tek kırıldığını hissediyordu.

Bağışlayıcı, bu köhne köy odasında, yatağında tek başına kıvranan 16 yaşında ki kadının çektiği acıları görmemeye inat ediyordu. En azından çektiği şu acıları biraz dindiremez miydi?

Dindirmemişti !..
Yine ertelemiş, yine buna da şükür ölmedik denmesini beklemişti...

Şükran, yoğun acı içerisin de sancıyla kıvranmaya devam ediyordu. Öleceğini düşündü “bu acılar, bu sancılar” bitmeyecek!
-Ben kesin öleceğim diye geçiriyordu aklından. Ölümden de korkmuyordu hatta inşallah ölürüm diye dualar ediyordu.

Bir yıldır yaşadıklarını düşündükçe, yaşamaya değer hiç bir şey bulamıyordu hayatında. Birden olanca gücüyle şiddetli bir sancı dalgası daha gelip kasıklarını yırtacak gibi olmuştu. O an gözleri adeta yuvalarından çıkmıştı.

Tırnakları yattığı döşeğe geçmiş, dişleri yorganı parçalamıştı. Yattığı yatağın içinde ayırdığı bacaklarında bir ıslaklık hissediyordu. Bacaklarının arasından bir şey olanca kuvveti ile baskı yapıyordu. Yorganı üzerinden attı ve olanca gücüyle dişlerini sıkarak ıkındı… Ikındı… Ikındı...
İki bacağının arasından çıkartmayı başardığı bebeğini öne doğru eğilmeyi başararak eline aldı. Minicik bir canlıydı bu… Bu canlı Şükran’ın içinde hayat bulmuş ve şimdi de Şükran’ın içinden çıkmıştı. Bebek nefes alıp vermeye ve ağlamaya başlamıştı.
Ne yapacağını bilemedi Şükran o an. Daha fazla da tutamadı kendini ve kulakları patlatacak kadar yüksek bir sesle çığlık attı. Avazı çıktığı kadar bağırıyor delirmişçesine çığlık atıyordu.Şoka girmişti Şükran...

Bacaklarından akan kan onu korkutuyordu. Yüzüne yapışan saçlarını temizlerken, farkında olmadan yüzüne de alnına da elinde ki kanlar bulaştırıvermişti.

Bebeği avuçlarının içine aldı, bas bas bağırarak ağlıyordu bebek.
Bebek ağlıyor, Şükran ağlıyordu...
Şükran hem korkuyor, hem seviniyordu.
Ama neye sevindiğini de niçin korktuğunu da bilmiyordu.
Ağır bir şok geçiriyordu. 16 yaşında kimseden yardım almadan, doğurmayı başarabilmiş bir çocuktu Şükran…

Duyguları karmakarışıktı, bebeğine bakıyor ama Alim diye ağlıyordu.
-Alim nerdesin Alim, Sen beni neden gelip götürmedin buralardan Alim.
Sen beni kimlere yar ettin! Diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Şükran elinde ki bebeğe bakarak.
-Bu yaşadıklarım ne benim!
-Ben neredeyim?
-Bu bebek kimin?
-Ben şimdi 16 yaşımda bir de ana mı oldum?
Diye hem söyleniyor hem ağlıyordu.
-Alim nerdesin Alim diye de devam ediyordu feryadına...

Şükran’ın çığlığını kapı önünde ki tahta çardakta yatmakta olan kocası Halis duyduğu an da içeriye koşmuştu.
Şükran göbek bağı henüz kesilmemiş bebeğini ellerinde tutuyordu.
İçeriye giren Halis, Şükran’ın elinde ki bebeği görünce şaşırmıştı.
Şükran’ın bacaklarında ki ellerinde ki ve yüzünde ki kanları görünce de hepten şoke olmuştu.
Ne ara doğurmuştu? Nasıl doğurmuştu bu bebeği 40 kiloluk Şükran?
Halis’in ardından koşup gelen kaynanası da ağzı açık kapı önünde kalakalmıştı.
Şükran bebeğe bakıyor ve sadece ağlıyordu.
Halis, bir kaç adım daha atıp bebeği Şükran’dan almak istedi. Ama Şükran çekti bebeğini kucağına vermedi.
Halis’in yüzüne döndü sonra, derin derin bakıyordu yüzüne, öfke harici hiç bir duygu kırıntısı taşımıyordu mimikleri.
Nefret ediyordu amcaoğlu Halis’ten.
Abilik yapacağına, koruyup kollayacağına, koynuna almıştı 15 yaşındaki Şükran’ı 25 yaşında...
Halis Şükran’ın bakışlarından ürkmüştü yüzüne bulaşan kanın da etkisiyle adeta aklını kaçırmış gibi duruyordu Şükran karşısında.

Halis’ten yüzünü bebeğe çevirip konuştu Şükran.
- “Adı Hicran olacak” dedi.
Halis girdiği şokun etkisiyle tamam dedi. Tamam adı Hicran olsun.
Şükran:
-Hicran, hicran diye de sayıklamaya devam etti bebeğe bakarak bu ismi. Anlamını biliyordu bu kelimenin okulda öğrenmişti müzik dersinde “Hicran oku sinem deler” isimli şarkıyı müzik öğretmenleri öğretmişti kendilerine derste, çok sevmişti Şükran bu şarkıyı ve Hicran kelimesinin “dayanılmaz ayrılık acısı” anlamanına geldiğini de bu şarkıyı duyduktan sonra öğrenmişti. Ne hüzün yüklü bir kelime düşünmüştü o zamanlar...

Şükran bebeğin yüzüne bakmaya devam ediyordu. Yarı baygınlık halindeydi,
Ali’yi gördü bebeğin yüzünde ve kısık sesle bebeğin yüzüne doğru seslendi.
Bu dinmeyen acı, bu derin ayrılık benim!
Bu Hicran, bu dayanılmaz acı benim!
Bu ciğer yangını, bu onulmaz sancı benim!
Hicranım Benim!

Şükran, Hicranı doğurduktan sonra Bağışlayıcının kendine reva gördüğü hayata karşı direnmekten vazgeçmiş, yılmış ve adı kader olan olaylar silsilesine karşı mücadelesini bırakmıştır. Üç kere daha hamile kalmış bunlardan birisini düşük yapmış bir oğlan bir kız daha doğurmuştur. Hicran, Melike ve Mustafa.

Şükran, üç çocuk anası olmuştur. Ama bu çocuklar Şükran için ne evliliğinin ne de aşkının meyvesi olmuştur. Dayatmaların, zorlamaların, dayakların, tecavüzlerin çocukları olarak doğmuştur...

Şükran, 7 yıl süren evliliğinde hiç bir zaman mutlu olamamış, hiç yüzü gülmemiş ve gerek görmedikçe de kimseyle konuşmamıştır. Babasının evinin önünden bile geçmemiş bayramlarda dahil kapısından içeri girmemiştir. Anası ara sıra kendisini görmeye gelmişse de onu da affetmemiş ve kendi ailesini tamamen hafızasından silmiştir. Halis ve ailesininde daha çok işine gelmiştir bu durum. Amcasının kızı olmasına rağmen Şükran’ın tamamen o aileden soyutlanması Halis’in Şükran üzerindeki haklarını daha da sınırsızlaştırmıştır. Şükran’ı ellerinin altında sahipsizce dört döndürmek hepsinin işine gelmiştir. Evliliklerinin 3.yılında Amcası kendilerini başka bir köyde satın aldıkları toprakların başına göndermiş ve Oraya yerleştirmişti. Bu tanımadıkları insanların köyünde Şükran iyice içine kapanmıştır.

Şükran, geçen yedi yıl da Ali’yi bir an olsun aklından çıkarmamıştır. Ali ile yatmış, Ali ile kalkmıştır. Gece gündüz sadece Ali’yi düşünüp durmuştur. Yemeden içmeden kesilmiş günden güne iyice eriyip gitmiştir. Bedeninin ihtiyaçlarını tam olarak karşılamadığı için iyice gücünü yitirmiş üzerine üç çocuk, cahil bir Halis, kaynana, kayınbaba derken yataklara düşmüştür. Derdine kimse çare olamamış ve halk arasında “ince hastalık” denilen verem’e yakalanmıştır.

Çocuklarının hepsini çok sevmiştir ama Hicranı daha bir farklı sevmiş onu hep ayrı tutmuştur içten içe, diğer çocuklarına da pek yansıtmadan. Onun yüzüne her baktığında Ali’yi hatırlıyor her Hicran dediğinde isminin anlamını yüreğinde taşıyordu. Hicran ile ayrılığının içinde açmış olduğu dayanılmaz acıyı bir mutluluğa dönüştürüyordu.
Ali’nin acısı bile mutluluktu Şükran için o sebeple Hicran’ın adının anlamı Ali’nin acısıydı, bu acı da Şükran’ın mutluluğu...

Ve bir akşamüstü haftalardır kalkamadığı yatağında bir öksürük nöbetine yakalandı Şükran. Yattığı yatakta her öksürdüğünde halsiz düşmüştü. Bedeni inim inim inliyordu. Her öksürdüğünde ses belki biraz kısılır diye yüzünü duvara dönüyor, eliyle ağzını kapatmaya çalışıyordu. Şükran uzun süredir yattığı yatağında izlediği badanalı duvarlara baka baka kendine bir vakit geçirme yöntemi bulmuştu. Hayaller kuruyordu bu duvarlarda ki çatlakların şekillerinden ve anıları arasında dolanıp duruyordu her çatlakta.

Her öksürüğünde bir çatlağa bakıyordu. Kendine göre hepsinin bir anlamı vardı beyninde, hepsi şekillenmişti. Çatlaklardan birisine dikkatlice bakıyordu; gözlerinden yaşlar süzülerek, bu çatlakla ilk enstitüye gittiği günü hatırladı , enstitü bahçesinden minicik bedeniyle, utana sıkıla, korku ve mahcubiyetle girdiği o ilk gün geldi aklına... heyecanlanmıştı elinde olmadan, gözyaşlarının da hızı artmış önüne çıkan her şeyi sürükleyip giden bir sel gibi akmaya başlamıştı.
Öksürük kesilmek bilmiyor aksine artıkça artıyordu. Gözleri öksürdükçe kapanıyor, ağzını nefes alabilmek için açıyordu ama ses çıkmasın, çocuklar duymasın diye de eliyle kapatıyordu. Hicran kardeşlerini de yanına almış evlerinin bahçesinde oyun oynuyordu. Seslerini işitiyordu Şükran yatağında. Gözlerini açmaya çalışıyordu ama öksürüğün şiddeti ile yuvasından çıkacakmış gibi ayrılıyordu gözleri. Derin derin nefes almaya çalışıyor ama ne kadar çabalasa da ciğerlerini doyurmuyordu aldığı nefes. Derken bir başka çatlağa takıldı gözü mendiliyle sildi ağzını önce mendilde ki kana baktı sonra duvarda ki çatlaklardan diğerine...
Ali ile buluştukları enstitünün bahçesinde ki o ağaç geldi aklına orada birbirlerine verdikleri ilk ve son söz... “Beni bekle”, “Seni bekleyeceğim...”

Her öksürükle gözü başka bir çatlağa çarpıyordu. Enstitüde ki arkadaşları, öğretmenleri, derslikleri, kitapları, kalemleri... Hepsi çatlağın içinden ses veriyorlardı Şükran’a. Okulun sesi geliyordu kulaklarına...
Arkadaşlarıyla, gülüşmeleri, konuşmaları, yatılı okulun yatakhanesinde yapılan, şakalar, taklitler, karşılıklı atılan göbekler, oynamalar, köylerinin türkülerini hep birlikte söyledikleri o anlar, toplu halde çaldıkları mandolinler, ağlamalar, kavgalar...
Hepsi kulaklarına ses olup geliyordu Şükran’ın...

Öksürüğünün şiddeti artmıştı. Başka bir çatlağa takıldı gözü haftalardır yattığı yatağında bu çatlakta sadece Ali vardı. Ali’nin gülüşü, Ali’nin mahcubiyeti, Ali’nin ona ilk ve son kez sarılmasını hatırlıyordu bu çatlakta da.
Öksürük nöbeti geçmek bilmedi, bir türlü dindiremedi ciğerlerinin parçalanmasını Şükran.
Önce çocuklarının adını sayıkladı. Nefes alıp vermekte zorlanıyordu artık çocuklarını yanına çağırmak son kez olsun görmek, sarılmak, koklamak istedi ama yapamadı, cesaret edemedi. Bağırıp çağırmaya da takati kalmamıştı zaten. Gideceğini ve bir daha geri dönmeyeceğini biliyordu Şükran, anlamıştı bunu artık...

Yoğun bir kan geldi ağzından mendili tuttu ağzına hemen, doğrulmak istedi doğrulamadı. Öksürdükçe kan saçıyordu yatağına. Ciğerinden kopup gelen parçalar nefes borusunu tıkadı Şükran’ın.
Gözünü tavana dikti ve orada Ali’nin gülümseyen silüetini gördü. Şükran’da o an gülümsedi Ali’ye ve gülümseyerek bu dünyadan çekip gitti.
Ali, karanlık, soğuk, küf ve sidik kokan bir hücrede yarı baygın halde bir duvar dibinde yatıyordu, birden sıçradı yattığı yerden yüreğinde bir kor hissetti. Doğrulmaya çalıştı doğrulamadı. Sırtında ve bacaklarında güç bulamadı. Karanlıktı gözleri bağlımıydı değil miydi onun bile ayrımını yapamadı. Ama sol ayağına takılan ve duvara bağlanan prangayı sesinden fark etti. Şükran’ı rüyasında mı görmüştü yoksa hayal mi görüyordu ayırt edemedi. İçinde bir yangın başlamıştı. Yüreğini ağzında hissetti kusmak istedi nefes alamıyordu. Derken gözlerinin önüne Şükran geldi onun gülümseyen silüetini gördü karanlık mahzenin duvarında bir gözü açılamayacak kadar şişmiş üstünde derin bir ara açılmıştı ama diğer gözü ve darmadağın yüzü ile o da gülümsedi Şükran’ına.
Ali, köy enstitülerinin komünist yetiştirdiği iddialarıyla kapatıldığı yıllarda üniversite tahsilini tamamlamaya çalışıyordu. Hayalini kurduğu Tıp fakültesini kazanmıştı. Fakat Nazilerin bütün Avrupa’yı kuşatmasıyla ve Türkiye ile Almanya arasında dostluk anlaşması imzalamasıyla birlikte harekete geçen o dönemim hükümetinin kolluk güçleri tarafından “Komünist avına çıktık” naralarıyla okuduğu üniversite de gözaltına alınmış günlerce işkence görmüş ve şimdi nerede olduğunu bilmediği karanlık bir hücrede duvarda Şükran’ın gülümseyen yüzünü izliyordu.
Bekle beni Şükran diyordu. O da bekleyeceğim Alim diyerek cevap veriyordu.

Yıllar sonra sitemin doğduğu gün Hicran da sırtını dönüp gözlerini diktiği duvarda ki çatlaktan içeri bugünlere doğru süzülüp gelmişti. Çocukluk insanın içinde asla kapanmayan bir sayfadır. Kimileri için bu sayfa da güzel bir manzara resmi vardır ve baktıkça mutlu olur ve umutlanır geleceğe karşı. Kimileri içinse bir karabasandır bu sayfa da ki resim baktıkça ürperir, ürperdikçe ümitsizleşir gelecekti günlerine. Çocukluk geleceğin aynasıdır. Nasıl geçmişse öyle devam eder. Bazen şansı yaver gidenler olur bazen de karekterleri güçlü insanlar çıkabilir bu karabasanların içinden. Belki yansımaların yönü değişir o zaman aynalardan. Ama yine de kendiyle baş başa kaldığında bir anda yine karabasanların ortasında buluverir kendini.
İnsanın, şansı çocukluğun da başlar.
Nasıl başlarsa da öyle devam eder.
Şükran’ın gülümseyerek bu dünyadan göçüp gitmesiyle
Hicran ve kardeşleri içinde yeni bir sayfa işte tam o gün başlamıştır. Karabasanların sayfası açılmıştır o gün üç kardeş için.

Hayata sırtını dönmüş, beyaz soğuk badanalı duvarın çatlaklarını ömürleri boyunca izlemeye mahkum edilen nice kadınlar vardı bu toplumda. Gözünü diktiği duvarda yanaklarına süzülen yaşların ayıbını taşıyan, kimseler görmesin diye ellerinin üstüyle gözyaşlarını silen, burunlarını bile ses çıkarmadan içli içli çeken...Nice kadınlar vardı.
Ve Şükran
ve Hicran
ve Fatma
ve Ayşe
ve Emine
ve Melike...
ve birde isimleri bile olmayanlar.

Ağladıkları için, üzüldükleri için tekrar dayak yiyenler...
Bir şefkate, bir sevgiye, bir dokunuşa hasret bırakılanlar...
Bir eşya, bir emtia kadar değeri olmayan insan yerine konmayanlar...
Toplumdan ve sosyal hayattan soyutlanan hiç olmamış, hiç doğmamış gibi davranılan nice kadınlar...
Aşksız evliliklerin çocuk doğurma Makinesi görülen kadınlar...
Eğitim hakları elinden alınmış, çocuk yaşta gelinlik giydirilmiş kadınlar...
Çocuk olamadan kadın olmak reva görülen kadınlar...
Davutlar, Osmanlar, Necipler, Salihler, Yusuflar, Halisler...
Çoğunun bir kuşun tüyü kadar ederi olmasa da eğitimsiz bir toplumda daima söz sahibi olmanın tadını çıkartmışlardır bu topraklarda...

Şükranlara nefes aldırmamak pahasına...