yıllardır elime bir enstrüman geçmesi için okuyorum. okuduklarımdan bir düşünce ya da düşünce dizisi ortaya çıkmıyor, esintilerden bakiye belki, o kadar. bunu aşamıyorum, bir düşünce için gerekli birikime ulaşmaya çalıştıkça, hep başa döndüğümü düşünüyorum. esintiler geçici oluyor, oturup bir düşünceden ya da bir konudan derli toplu bahsedemem, hangi konu olursa olsun hakkını verebileceğimi sanmıyorum. kazancım, dilin kuralları oluyor o da yeni bir düşünceye yer açmıyor, belki sadece gramer. suyun aradığı neyse o olduğumu sanıyorum ve onun ne olduğunu bilmediğim gibi ne aradığımı söylemem de imkansız.
etraftaki nesnelerle ilişki kurmaya çalışıyor, nesnelerin durağanlığını veya hareketlerini -kahvenin fincanda azalması ve köpüklenmesi- gözlemliyorum. bunların hiçbiri bana bir şey söylemiyor, gördüklerimden herhangi bir yoruma ulaşamıyorum. masamda üzerinde yazılar olan materyaller bolca ve bilgisayar ortamında da yine yazılar var. okuduklarımda çoğu şeyi dikkatsizce geçtiğimin farkına varıyorum. kitapta "anschluss" bölümünü okuduktan sonra zihnimde hiçbir iz yok ve bu kelimeye dair hiçbir bilgi yok, belki gecenin zihnimi uyuşturması ama sonra bu kelimeyi bilgisayarda araştırdığımda ne olduğunu öğrenebiliyorum. kitapla bilgisayar arasındaki fark sanırım bu: biri bilgiyi direkt sunuyor, diğeri mezardaki bir ölü.
bir şeyler söylemek istiyorum. capcapcapcift... bunu latince olarak alamam çünkü latince bilmiyorum, dahası latinceye benzediğini de sanmıyorum. bu, söylenmiş ama anlamı olmayan kelimeler mi yoksa cümle mi ya da ikisi arasındaki bir konumda, bir sözcük grubu mu, belli değil ama capcapcapcift... anladığım, çorba üzerine yaşam. sıvı, hemen tüketilebilir bir yaşam. üzerinde pek uğraşılmayan, derme çatma bir yaşam. uğraşılsa ne olur vurdumduymazlığına gidecek bir yaşam. capcapcapcift bu.
bilim hakkında bildiğim hiçbir şey yok, hiçbir formül. portakalın kabuğunu soyduğumda, portakalın iç kısmında var olanların adlandırmasını kim yaptı ve portakalda neler olduğunu kim, ne zaman, nasıl düşündü hiç bilmiyorum ama portakalı soyabilir ve yiyebilirim, fazlasını yapamam, portakalın içinde neler var, bilmiyorum. herkes bir şey üretebiliyorken (üretenler) ben hiçbir şey üretemiyorum, dünyayı bu şekilde yaşamam gerektiğine inanıyorum ve bu inancımı sarsacak hiçbir şey yok ortada. din, fazla basit, anlaşılır bir olgu ve ibadetleri de yapma açısından zor değil ama yapmıyorum, öğrendiklerimle idare ediyorum yaşamaya. hayatım bir idare, ölene kadar hayatta kalmak için yeterince bilgiye sahibim (!), fazlasına izin vermiyor zihnim, yatağın sadece yatak olması gibi durumum, başka bir şey olmayı düşünemiyorum ve ne olduğum hakkında da pek fazla bilgim yok. sanırım dile tamamen vakıf değilim...
yorgunum, bu yorgunluğa sözcükler ve bazı düşünceler sebep oluyor. nefessiz kaldığımı hissediyorum, güzel bir haber beni katharsise sevk ediyor ama bu çok kısa sürüyor. geriye gerilim ve çaresizlik kalıyor. her şey çürüme eşliğinde bedenime bulaşıyor, zihnime... sandalyede otururken kaybolmak istiyorum, yok olmak. düşünmemek ve çaresizce hiçe kıvrılmak, yokluğa... hayatımın karşısındaki kırmızı ışıklar gitgide çoğalıyor, yeşil alanlar yok oldu, yok oluyor, yok olmaya devam edecek. dilimin altındaki kelime ve cümleler, organlara ve dolayısıyla da zihnime zarar veriyor. boğazımdan dışarı çıkamayan kelime ve cümlelerle yaşamaya çalışıyorum. kaç kişi böyle ya da bu durumdaki bir psikoloji kaç kişide var?
kimi zaman hiçbir şey yapmak istemiyorsun. bir arabaysan bir köşeye kıvrılıp duruyorsun ve kendini orada bırakıp gidiyorsun, arabayı kim gelip çekerse çeksin. her şey bozuk olunca ne bir aforizma ne de bir güzellik artık sana hayatı yaşanır kılıyor. hayat gitgide bir fotoğraf karesi gibi duruyor karşında, konuşamıyorsun hayatla, hiçbir şey yapamıyorsun, tamamen aciz bir durumdasın. bakın şöyle diyeceğim, herkeste olduğu gibi dilim sürçüyor ve bakırköy, diyorum. zihin kendini isteklerime hazırlamıyor ve nereye evrilmişse oraya doğru kıvrılıyor. çığlığım bile başka bir şey anlatıyor, suskunum bu yüzden.
ben yokum, başka bir şeyler var dünyada ve dışarıda. kafam işgal altında, kimse benden değil ve ben kimselerden değilim; şarkılarda kaybolup gidesim geliyor ama şarkılarda erime diye bir durum yok. bir durum düşünüyorum, dinlediğim (sesim kötü) şarkıda eriyip bitmek istiyorum. isteyene bu hak verilmeli. isteyen futbol topunda, isteyen telefonlarında erimelidir. ben bir şarkıda erimek istiyorum, o şarkıda binlerce eriyik tanesi olacağım. aynı sözler üzerinde gidip geleceğiz ve birbirimizin farkında bile olmayacağız. bir şarkıdan geçeceğiz, bu şarkıyı söyleyen beni, farklı coğrafyalara, farklı kulaklara götürecek, bu şarkıda ben bir çiçekte, bir gökyüzünde olacağım, bir alın terinin yanı başında.
çürüme... çürüme... adriyanus çürüme... islamunus çürüme... bir adam var, çürüme... doğrunus çürüme... dikeyenus çürüme... insanuyus çürüme... okulyanus çürüme... adamolsaydunuz çürüme... 7000 yılınus çürüme...
- yağmur ve kar yağar,
- çay içerim, kahvedekiler çay içerken üşür
- yürürken aynı yollardan geçer giderim, anne karnı gibidir sokaklar
- durakta bekleyenlere bakarım, bir yerlere gittiklerini bilirim
- kitaplarımı mağaraya taşımak isterim, aydınlanıp çıkmak için
- binalar benden bağımsız olarak yükselirler, sözüm yoktur bu konuda
- harfler her yüzeyde kullanılır, ben onları okuya okuya ölürüm
- kızdıklarım var ve onların bundan haberi yok
- günde yüzlerce kez yüz görme yeteneğime rağmen kimseyle hiç konuşmam
seninle sevgili olurum ama evlenmem ekseninde "yükte hafif pahada ağır"ın izdüşümleri
bir adam var; bağırıyor, çağırıyor, her şeyi söylüyor.
Bazen saçmalıyorum çünkü az sayıda kalan akıllı edebiyatçılardanım ve saçmalamayı seviyorum. belki de saçmalamam saçmalama değil, diyorum ve ardından ekliyorum aslında “bu düşüncem saçma.” çünkü diğerleri gibi gelenekten beslenmiyorum, bunun bir işe yaramadığını söylüyorum etrafımdakilere, aslında etrafımda pek kimse yok, kimse saçmalayamıyor. onlara - herkese - göre zaten her şey - hayat- saçma.
bir böceğin geleneksel olmadığını düşünüyorum, “o hep öyle diyorum, evrime inanırsa o hep başka türlü olacak.” öykülerimiz dağınık ve kimsenin anlamayacağı öyküler ama diyoruz en azından yaşanmaya en yakın öyküler, diğerleri bayağı.
Bir adam, sigara içiyor ve tablası çok çabuk doluyor, içindekileri bir kralın üstüne boşaltmak istediği zaman bir kral bulamıyor, “olmaması iyidir” diyor bazı şeyler için ve krallar için de çünkü krallar “günaydın” yerine haydi “savaşa” der, devletler yılın çoğu günü beceriksizce günaydın der.“saçmalıyor devletler, en azından benim devletim” diyor, “devletim saçma” dediğimde devlet bana dava açar ve saçma olduğunu gösterir, diyor açmaması durumunda da saçmadır çünkü devletin dava açmayla işi olması saçma. bunun nedenini herhangi bir edebiyat dergisine yazabilir ama dergileri fazlaca geleneksel buluyor: yazacağı bir dergi var: jazzve kopuz güzellemesi...
deniyorum, diyor adam. dünyayı deniyorum... böyle saçmalıyor,jazz dinlerken saçmalıyor ve kopuz dinlerken saçmalıyor, toprağın içine girip solucanlarla falan da saçmalıyor.
***
bir piyano konuşuyordu ve bir yazıcı adam vardı etrafta.
kuşların sayısını yazıyordu, kuşlar ötüyordu, hareketlerini yazıyordu, gökyüzüne doğru hareketlerini tasvir etmeye çalışıyordu kuşların, boşluğun kendisini yazıyordu ve önündeki defterden başını kaldırıp seslere bakıyordu,
bir adam savaştan bahsediyordu ve o da önündeki deftere insanların nasıl öldürüleceğini yazıyordu,
bir gece üşüyordu, sırıtmıştı tüm şehre, üstüne basa basa geçilmiş şehre pis pis sırıtıyordu, karanlığını yavaş yavaş vermişti şehre oysa şehir hemencecik kapatma telaşındaydı yaralarını,
bir ok, bir kılıç, bir silah ve bir füze konuşuyordu. gazeteye ve ekrana konuşuyordu adamlar. kravatlarını bir ölüm süslüyordu, bir açlık, bir başka bir şey… iki kravat bir araya gelince ölümü ve insanlığı konuşuyorlardı ve insanın içindeki en değerli kemik hangisi bunu soruyordu iki kravat birbirine. kravatlar kemiklere benzediklerini söylüyordu birbirlerine. ben uzun bir kemiğim, ben kaval kemiğiyim… televizyondan.
bir nöbetçi bekliyordu açık rüyaların önünde,
rüyalara kimseleri sokmuyordu, ayakkabılarını bağlarken de nefes alabiliyordu ve buna benzer birçok küçük iş için nefes alıp veriyordu, tıpkı balıklar gibi, küçük işler için nefes alıp verebiliyordu, sarı rengi seviyordu, yaprak ve sonbahara benzetmeden…
hayat sadece sarı olsun istiyordu, balıklara sarı olma hakkı vermek istiyordu, karıncalara sarı olma hakkı, rengi sarı olmayan çiçeklere sarı olma hakkı, rengi sarı olmayan köpeklere ve rengi mavi olan her şeye sarı olma hakkı verecekti; denizi boydan boya sarıya boyamak istiyordu, “olmaz” dedi, yanındaki nöbetçi, “her şeyin sarı olması hem imkansız hem de hoş değil”
bir adamı getirdiler, adam öleceğini bildiğini söyledi ve nöbetçilere damarlarındaki kanı gösterdi, sadece ölüm için mi biriktirmişti bu kanı?“sarı” değil, dedi nöbetçi, diğeri “kan, kırmızı olur” dedi, adam öleceği için hiçbir şey düşünmüyordu, “sarı kan olmaz” dedi, nöbetçi, “kanına sarı olma hakkı veriyorum” dedi diğer nöbetçi, adam güldü fakat ölecek olması bu gülmenin yönünü değiştirdi, “sarı bir gülüşün olsun ister misin?” dedi nöbetçi, diğer nöbetçi “son zamanlarda saçmalıyor” dedi, ölecek adama dedi bunu, “senden öncekilere de sarı olmayı teklif etti”
neden diye sormadı ölecek adam, “sarı olma hakkım için teşekkür ederim” dedi, “başka verilecek haklar için şimdiden teşekkür ederim” dedi, “beni doğurduğu için anneme teşekkür ederim” dedi, “beni büyüten yeryüzüne ve üstünde koşup oynamamı sağlayan çimlere teşekkür ederim, beni öldürecek silaha teşekkür ederim…”
“kaçık” dedi nöbetçi, “sarı olsaydı böyle olmazdı.”
bir köpekle göz göze geldi nöbetçi, bembeyaz, lekesiz gözlerle bakıyordu köpek, temiz bir gözdü köpekteki gözler, “havlarsan sana sarı olma hakkı tanırım” dedi, güldü buna diğer nöbetçi, iki kravatlı geldi, kravatlarından ne konuştukları belli oluyordu; bir evden gelmişlerdi, su içmişlerdi, merdiven inmişlerdi veya asansörle inmişlerdi eğer ki evleri yukarıda ise… kravata yaklaşmak istedi, sarı nöbetçi, nereden geldiklerini koklamak istedi; karanlıktı, geceydi, kravatlar kokmuyordu, kravatların ne koktuğunu bilemedi ve saygı duruşuna geçti, adam yalvarmak istiyordu ama “hep yalvarmadır hayat” diyerek vazgeçti,
iki kravat aralarında konuştular, adama bakıp konuştular, arada bir nefes aldılar, bunu iyice görmüştü ölecek adam ve nöbetçiler, çok iyi nefes alıyorlardı ve ölecek adam için bir şey düşünme hakkına sahiptiler, adamı öldürme ve adamı salma hakkına ve nöbetçiye göre onlar her şeye sarı olma hakkını verebilirlerdi, savaş, tümden sarı olabilirdi ve ova sarı ve askerler sarı ve tüfekler sarı ve tanklar sarı, gökyüzü sarı, her şey sapsarı ve bu şekilde olursa hiç kimse savaşmayacaktı, “sahi” dedi “her şey aynı olsa savaş olur muydu ve sapsarı olsaydı.” her şeyden kastı her şeyin sapsarı olmasaydı…
“hazır mısınız?”
nöbetçiler, geceye baktılar, karanlığa ve kulaklarından giren bu emir kipi cümle zihne ulaşınca, silahlar gözden geçirildi, ölecek adam, silahlara baktı, iki nöbetçinin – askerlerin zihinlerini gördü, bir tüfek sarı sarı parlıyordu ay ışığında, sarı bir ölme hakkı vardı ve kırmızı bir ölme hakkı vardı diğer tüfekte, adamlar yine nefes aldı, nöbetçiler adamı bir duvar dibine götürdüler, duvarın içine baktı adam, duvar kendisinin kaçmaması için bayağı sağlam icat edilmişti, evdeki duvarlar gibiydi duvar, hapishanedeki duvarlar gibi, elini duvarın içine sokmak istercesine duvara dokundu, duvar içini açmadı ölecek adama, “dik dur” denildi, iki kravat bunları daha önce görmüştü, iki kravat aşağı çekildiğini görmüştü her şeyin, her şeyin çözüldüğünü, her şeyin gevşediğini, her şeyin yıkıldığını…
nöbetçiler nişan aldılar, “sarı olma hakkı” dedi nöbetçi içinden, ölecek adamla göz göze geldiler.
sabahın sarı olmasını istedi nöbetçi, ölecek adam sabahın anlamını bulmak için bu gece ölmemeyi istedi, diğer nöbetçinin tüfeği kıpkırmıydı ve onun sabahın ne olduğunu düşünmek yerine uyumaya ihtiyacı vardı, kravatlılar gitse ve şu adamı öldürselerdi, tamamdı iş…
“nişan al!”sarı ve kıpkırmızı bir tüfek patladı, iki kravatın ne konuştuğu anlaşılıyordu ama iki kravat da yorgundu, bunun için ikisi de yürürken sallanıyordu.
bütün kavanozlarda bir gün bitecek hayatlar vardı, hepsi açılıp saçılır ve biterdi ve kokuşmuş olurdu bazıları, bazıları erkenden bitirilmek istenirdi, kendisininki kocaman bir kavanozdu güya ama hemen bitmesini istediği... ve kavanozlar kırılıyordu. dinozor, kavanoz ve maydanoz üçleminde. bu ne demekti, fazlaca bir şey değildi, üçünün de yazımını seviyordu ve bunları bilmekten mutluydu. üçü de her zaman yanlış yazılabilirdi, başkalarınca, kendisi hayatını bu üç kelimenin doğru yazımına adayabilirdi. ömür her şeye adanabilirdi, bir dinozor mesela hayatını neye adarsa doğruydu ya, insanın adanmayacak şeylere de hayatını adaması doğal olabilirdi, dinozorlar hayatlarını gezmeye adamışlardı, tıpkı şimdiki kalabalıklar gibi ve reklam filmlerinde denildiği gibi hep hareket.