ŞÜKRAN
Şükran, köye gittiğinde herkes çok mutlu olmuştu anası, babası, ağabeyleri Şükran’ın elindeki birincilik belgesini görünce babası;
erkeklere has kullanılan deyimi ilk defa kızına kullanmış ve
-Aslan kızım benim deyip Şükran’ı alnından öpmüştü.
Yaşadıkları yer çok kalabalık bir köy olmamasına rağmen yine de 15-20 haneden oluşuyordu ve bu evlerde oturan bütün akraba- hısım-hasım kim varsa varsa Şükran’ı tebrik etmeye geliyorlardı. Nihayetin de az şey değildi . Enstitü birincisi köylerinden çıkmıştı.
Ama elbette her başarıyı gölgelemek isteyen, canlı türü de ne yazık ki yine insanlar arasından çıkmış, insana nasip olmuştu.
Ali’ye enstitü de okurken kafayı takan ve derslerinde de çok başarılı olmayıp Ali’nin başarısını içten içe hep kıskanan ve bunu farklı şekilde dile getiren, Şükran’la aynı köyde oturan ve Şükran’a karşı da boş olmayan ve belki bir gün diye duygularını içinde saklayan; ama Şükran’ın Ali’ye sarıldığını ağaçların ardından gören ve o günden sonra her ikisini de düşmanca duygular besleyen Necip yememiş içmemiş bu gördüklerini köye gelir gelmez anasıyla babasına anlatmıştı.
Necip’in Babası Şükran’ı başarısından dolayı Şükran’ı övüp, kendini yerdiği bir an da
-Yahu baba bıraksana ben onun o notları nasıl aldığını sizlere anlatsam Şükran köyü terk edip gitmek zorunda kalır. Konuşturma beni şimdi
-Ulan köpoğlu, o nasıl konuşmak lan diye sert çıktı babası ama Necip devam etti.
-Baba, bu Şükran’ın okulda nerden geldiği belli olmayan bir kürdünoğluyla yemediği halt kalmadı. Bütün, o yüksek notları kürdün oğlu aldı. Yazılı kağıtlarına da bunu bitli Şükran’ın adını kendi adının yerine yazdı. Bütün yıl, karı koca gibi ele kolkola enstitü’nün bahçesinde gezip durdular. Biz okul birincisi olamasak da hakkımızla aldık bütün notları, hakkımızla geçtik sınıfımızı...
-Ulan doğru mu dersin köpoğlu? Bak elin iffetine dil uzatma kopartırım o dilini.
-Yav baba ne yalanı yav git dilediğine sor kasabaya indiğinde elbet görürsün birilerini.
-Oğlunu, can kulağıyla dinleyen anası Hüsniye, diğer gün gözünü açar açmaz bu dedikoduyu bütün köye yaydı. Gördüğü kim varsa lafı evirdi çevirdi Şükran’a getirdi. Olayı her duyan, üzerine kendi hayal gücünden de bir şeyler ekledi ve olay Şükran’ın hamile kalıp düşük yapmasına kadar abartıldıkça abartıldı...
Çok geçmeden Şükran’ın babası Halil Efedi’nin de kulağına köyün kendini bilmez imamı durumu fısıldadı.
-Halil Efendi! Bunu, söylemek kime düşer bilmiyorum? Ama ben kendimi bu konu da sorumlu hissediyorum.
-Halil Efendi imamın ne demeye çalıştığını anlamamıştı.
-Neyin sorumluluğu imam efendi? deyip kalmıştı!
-Hele bir dinle diyeceklerimi deyip devam etmişti takkeli imam.
-Halil Efendi, şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu imamın. Hele de bakalım ne diyecekmişsin diye devam etti ve sustu.
-Köy çalkalanıyor Halil ağa, herkes senin mektepli kızın başına gelenleri konuşuyor.
-Hösttt imam efendi! Ağır ol! Ne gelmiş benim kızımın başına ağzını topla imam falan demem tepelerim valla suratını.
-Halil Ağa! Halil Ağa!!!
Asıl sen, kendine gel! Gözünü kulağını açta beni iyi dinle. Kız kısmını yollarsanız mektebe boş gider dolu gelir işte böyle!
Halil Ağa, imama şaşkın şaşkın bakıyor İmam’ın ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu.
-Ne demek istiyon sen imam efendi diye üzerine doğru yürüdü imamın.
-O, bacaksız kızın, çocuk aldırmış diyorlar okulda! Hem de nereden geldiği belli olmayan bir Kürtten! Bana ne kızıyorsun be adam git de namusunu satan, seni beş paralık eden kızına yap ne yapacaksan!
-Ne diyon lan sen! Senin ananı avradını imam falan dinlemem lan ben!
-Halil Efendi, öfkesini kontrol edememiş ve imamı iki yakasından tuttuğu an da burnunun üzerine kafasını indirmişti.
Suratı bir an da kana bulanan İmamın kendine gelmesi dakikalarını almıştı. İmamın, yanında yönünde kimsenin olmaması da özünde ki kişiliğini rahatlıkla dışa vuruşunu sağlamış ağzına gelen bütün küfürleri Halil Efendinin ardından sayıştırmıştı.
Bir hışımla ardına bakmadan imamın yanından fırlayan Halil Efendi. Taşlara, dikenlere bata çıka bütün hızıyla evin yolunu tuttu. Ne yapayım ben şimdi? Ne yapayım? Diyerek hızlı hızlı söyleniyor sonra yine kendi sorduğu soruya kendi cevap verip
-Yooo yoo olmaz gibisinden cevaplar veriyordu. Yol boyunca dişlerini sıka sıka kımıl kımıl oynayan dudaklarla küfrü basarak eve doğru koşmadan, hızlı hızlı yürüdü.
Evin avlusundan girdi. Şükran anasıyla oturmuş çamaşır yıkıyordu; ağaçtan yapılmış bir teknede. Anası köyde ki kadınlarla ilgili bir şeyler anlatıyor Şükran’da kıkır kıkır gülüyordu anasının anlattıklarına. Avluya giren Halil Ağa leğenin başında arkası dönük kızının sırtına var gücüyle bir tekme attı. Şükran olduğu yere yüzü üstü devrilirken kıyamet kopmuşcasına bir çığlık koptu acının geldiği noktadan belinin de kırıldığını, üzerine bir kaya parçası düştüğünü falan düşündü.
-Belimmmm belimmmm ana belimmm kırıldı ana dedi ve ne olduğunu anlamak için o acısıyla kafasını çevirdi. Bu da neydi? Kimdi bu dayanılmaz acıyı kendisine yaşatan? Döndüğü an da babasıyla göz göze geldiler.
-Babaaaaa deyip donakaldı Şükran ne olduğunu anlamaya çalışıyor ama bir türlü anlayamıyordu.
Anası donup kalmıştı tahtadan teknenin başında.
-Ulan seni küçük oruspu ben seni okuyasın diye yolladım şehre, mektebe...
Sen ne yaptın Ulan! Sen ne yaptın! Kahpe
derken bir tekme daha savurdu ayakkabısının ucuyla yana devrilmiş Şükran’ın karnına. Belinin ağrısını unutturmuştu bu karın boşluğuna gelen tekme ve Şükran yerde bir cenin gibi savunmasız iki büklüm olmuştu.
-Baba diyecek gücü bulamadı acıdan
-Ahhh dedi ve kaldı öylece kıvrana kıvrana...
Anası fırladı hemen Şükran’ın yanına kızım kızım diye feryada başladı. Döndü kocasına
-Gözü kör olasıca bu neydi şimdi?
-Boyun posun devrilsin Gül gibi Şükran’ıma sen nasıl kıydın?
-Derdin ne senin haaa? Derdin ne! Diyerek kalkıp kocasının karşısına dikildi. Elleriyle boğmak istiyordu o an Halil’i...
Halil:
-Kes lannn! Kes sesini seni de elime almayayım şimdi!
-Al ulan al bakalım nasıl alacakmışsın beni eline
diye bağırıyordu ki Halil bütün hışmıyla karının da suratının ortasına tokatı çaktı.
Şoka girdi kadın elini yüzüne doğru götürdüğü an da yeniden kendi geldi.
-Noluyooo ulannn noluyooo sana!
-Suçumuz ne bizim! Söyle hele bilelim kime netmişiz!
Şükran, serçe kadar canıyla devrildiği yerden doğrulamıştı. Ama babası saçlarından tuttuğu gibi tek eliyle karşına dikmişti Şükran’ı.
-Doğru mu lan kahpe! Doğru mu duyduklarım.
Şükran ne olduğunu, ne söylediğini anlayamamanın şaşkınlığı içinde acıdan gözlerinden yaşlar gele gele sordu babasına
-Ne yapmışım Baba?
-Ne diyorsun anlamıyorum...
Ben hiç bir şey yapmadım baba, hiç bir şey yapmadım diyerek bir dal gibi titriyordu babasının karşısında.
-Ne yaptın lan sen mektepte? Kim lan o kürdün oğlu? Hamile kalmak ne lan? Çocuk düşürmek? Elin oğlunun koynuna girmek ne? Bu soruların her biri bir tokat değerindeydi. Hem soruyor hem vuruyordu Şükran’a
-Duydukları ve vücudunun aldığı darbeler karşısında daha fazla dayanamadı Şükran ve Lak diye yere devrildi. Bayılmıştı...
Anası, kocasının söyledikleri karşısında şoka girdi.
-Ne diyorsun sen Halil? Ağzından çıkanı kulağının duyuyor mu senin?
-Kes ulan! Dağıtmayayım şimdi suratını seninde!
-Anası Kocasi Halil’in ayağının dibine bütün gücüyle tükürdü. Allah belanı versin senin! Ona buna inanıp şu kızı getirdiğin duruma bak! Deyip Şükran’ı kucağına almaya çalıştı hemen.
-Şükran kızım Şükran aç anan kurban olsun sana, aç gözlerini deyip sallamaya başladı kucağında ki kızını, bir yandan Şükran diye bağırıyor, bir yandan kocasına olmaz bedduayı savuruyor ve bir yandan da ağlıyor saçını başını yoluyordu.
Şükran yataktan bir hafta kalkamadı dayanılmaz acılar çekti, yediği darbeler karşısında. Ve işittiği haksız sözlerle kendine uzun süre gelemedi. Emek yine cezasız kalmamıştı!
-Babası Halil, bir türlü yatışmıyor. Duyduklarının şokunu üzerinden atamıyordu. Bir hafta içinde daha da hiddetlenmiş hatta gelip gidip Şükran’ın gözlerinin içine bakarak ölürsün inşallah demişti.
-Şükran da babasının bu zehir gibi sözlerine içinden sadece Amin diyerek susmuştu.
-Yatağında binbir acı içinde kıvrılırken bile aklında sadece Ali’si vardı Şükran’ın, çok değil daha 15 gün önce yanyana ders çalışıyorlardı okullarında. Yanında kokusunu içine çekebiliyordu Ali’nin o anları düşünüyor bir yandan tebessüm ederken bir yandan yüreğinden hançerleniyor gibi acı çekiyordu. Yatakta nefes almakta zorlanıyordu, bütün vücudu inim inim inliyordu, içine çekmeye çalıştığı her nefeste...
-Babasının, öfkesinin sebebini anlatmıştı anası. Babası, o günden sonra Şükran’la konuşmamıştı. Ama söylediği her şeyi Şükran’a duyurmak için olabildiğince bağırarak konuşuyordu evin içinde.
-Yok ona okul falan, bir daha rüyasında görür okulu. Gelsin jandarma beni tutuklasın gider yıllarca yatarım mahpus da ama yine de onu okula göndermem. Benim adımı lekeyen o küçük kahpeye ben biliyorum yapacağımı diye günde en az yüz defa tekrarlıyordu bu tür cümlelerini.
Şükran’ın ağlamaktan başka elinden gelen hiç bir şey yoktu. Ali’yi sevmişti bu bir gerçekti ama söylenenlerin hiç birisini yaşamamıştı Ali’yle...
-Ana yemin ederim Ana! Valla Billa Ana yalan söylüyorlar ben yapmadım bu söylenenlerin hiçbirini deyip deyip ağlıyordu.
Anası, inanıyordu kızına ama elinden pek bir şey gelmiyordu teselliden başka, kocasına da gücünün yetmeyeceğini anlıyordu. Halil Ağa kötü insan değildi ama inatçıydı dediği dedikti. Ağzından çıkan bir sözü yerine getirene kadar diretirdi, geri adım atmazdı.
Şükran ile o günden sonra hiç konuşmadı. Aynı evin içinde Şükran yokmuş gibi davrandı. Yemeğini ayrı yedi, ayrı oda da oturdu, Şükran ile karşılaştığında yokmuş gibi tepeleyip geçti.
Şükran için hayat bir Cehenneme dönmüştü yaşadığı köyde kapıdan dışarı adımını atamıyordu. Atmakta istemiyordu. Yaşayan bir ölü gibiydi. Sadece nefes alıyordu, hiç bir şey yeyip içmiyordu, çok zayıflamıştı ve bedeni günden güne güçsüz düşmüş, halsizleşmişti. Anası kızının bu durumuna kahrolsa da Babasının pek umurunda değildi. Beter olasıca deyip duruyordu habire...
Günler günleri kovalayıp gidiyordu. Hayat kimilerine su gibi akıp giderken kimilerinin üzerine bir kaya gibi çöküyor ve kıpırdamıyordu asla...
Şükran, okulunu çok özlüyordu. Kitaplarını, defterlerini, kalemlerini...
Bezden yapılmış bir okul çantası vardı. İçinde kitaplarının bulunduğu, onu saklamıştı. Babası görüp de hiddetlenmesin diye ama bazıları şanssız doğardı hayat da Şükran’da belki de böyle doğanlardandı.
Gözü gibi sakladığı çantasını babası evin içinde bir şey ararken bulmuştu.
-Bu çanta daha bu evde duruyor mu lan diye bağırıp yere fırlatmış sonra hırsını alamamış ve dışarı da yanan ateşin içine tuttuğu gibi atmıştı.
Şükran, sesini çıkaramamıştı babasına sadece alevlerine bakıp dalıp gitmişti. Okulun da geçirdiği o günleri hatırlayarak...
Yanan kitaplar değil Şükran olmuştu o ateşin alevlerinde...
Ali’nin kitapların kenarlarında kendisine konu anlatırken yazdığı formülleri, Ali için yazdığı sözleri, şiirleri...
Derslerinde tutuğu notları hepsi yanıyordu alevler arasında.
Sustu Şükran gözyaşları boşaldı yüzüne doğru, bu kadar içli ağlayıp ses çıkartmamakta bir meziyetti. Yüzü sırılsıklamdı gözyaşlarıyla ama gık çıkarmıyordu yinede.
Ateşe çantayı atan babası bu evde mektebe ait hiç bir şey görmeyeceğim bundan sonra. Mektep falan yok anlaşıldı mı? Diye karısına yine bağıra çağıra anlatıyordu düşüncelerini.
-Akşama da misafir gelecek hazırlık yapın deyip çıkıp gitti evden.
Karısı da bilmiyordu gelecek misafirin kim olduğunu.
Şükran da şaşırmıştı kim acaba gelecek olanlar diye.
Akşam olmak bilmese de bir şekilde zaman geçmiş, hava kararmış ve nihayet kapı çalmıştı.
Anası koşup açmıştı evin kapısını
Ama gelenler karşısında şaşırmıştı. Kocasının misafir dediği bir kaç ev ötesinde oturan kocasının ağabeyi, karısı ve en büyük oğlullarıydı.
Kadın şaşkın şaşkın kenara çekildi buyurun hoşgeldiniz dedi ve kapıyı kapatıp arkaları sıra ilerledi.
Baş köşeye kuruldu ağabey
Karısı evin alt tarafında, oğlanda babasının biraz gerisine.
Halil Ağa da ağabeyinin yan tarafında ki mindere oturmuştu.
Hoş geldin faslı bittikten sonra
-Lafı uzatmayacağım Halil dedi içeri girdikleri beşinci dakikadan sonra, çağır gelsin karınla kızını da.
-Halil Ağa ağabeyine bir şey diyecek oldu ama vazgeçti. Kapıya doğru bakarak bağırdı.
-Hatceee, Hatcee kız! kızını da al da gel odaya hele. Yaşadıkları olaylardan sonra Şükran’ın adını ağzına almamıştı babası.
Halil’in sesini duyan ana kız hemen içeriye doğru koştular. Anası girdi içeriye Şükran kapıdan girmek istemedi tam kapı eşiğinde duruyordu.
Amcası gir sende içeri durma orda söyleyeceklerim en çok seni ilgilendirecek çünkü diye seslendi Şükran’a.
Şükran girip girmemekte tereddüt etse de
-Girsene kız içeri diye amcası tarafından azarlanınca. Mecbur girdi odadan içeri...
-Seni okula göndermemesi için bu babana çok söyledim kız kısmının ne işi olur okulda dedim ama dinletemedim. Ama bak nasıl sözüme geldi. Büyük sözü dinlemeyenin hiç bir zaman burnu boktan çıkmaz! Çıkmamalı da büyükler bilirler çünkü neyin ne olacağını küçükler de dinlemeliler büyüklerini! Dinlemeliler ki alnı dik yürüyebilsinler insan içinde...
-Halil ağabeyinin kendisine laf vurduğunu anlamış oturduğu yerde alnını yere dikerek kıpkırmızı olmuştu.
Devam etti ağabey;
Şükran’nın gözünün içine bakarak seni okula gönderdik ama yaptıkların boyunun bin katını geçti. Ardından kafasını Halil’e döndererek
-Halil bana bak!
Normalde yapılacak bir şey değil! Kimse çocuğunu ateşe atmak istemez ama ben Kardeşim olduğun için sana yine de dayanamıyorum ve oğlumu bu ateşe atıyorum!
-Şükran’ı bizim Halis’e alacağım.
Üstelik İstemiyordu da amcası bir lütuf da bulunuyor gibi alıyordu!
-Halise mi? Dedi Hatice oturduğu yerden.
-Ne o beğenmedin mi hatce?
Hep senin yüzünden bu olanlar zaten dedi hep sen şımarttın bu kızı gördün sonunda da başına nelerin geldiğini!
Şükran, hala amcasının ne demek istediğini anlamamıştı.
-Şükran ile Halis tez zamanda en geç bir kaç ay içinde evlenecekler dedi.
Şükran evlenecekler lafını duyduğu an da duyma yetisini kaybetti, kulaklarında bir uğultu, bir basınç hissetti patlayacak gibiydi kulakları ne demişti amcası evlenecekler mi demişti?
-Halis, Şükran’dan tam on yaş büyüktü, Askerliğini bile yapmış, köyde babasının elinin altında köy işleriyle meşgul olmuş işi gücü olmayan babasının yaması bir adamdı. Ama babasının malı mülkü çok olduğundan durumları da köydekilere nazaran gayet iyiydi.
-Şükran, Halise o güne kadar hep ağabey demişti. Şimdi nasıl olurda Şükran’ı Halis ağabeyi ile evlendirmeyi düşünürlerdi. Hem okula gidecekti Şükran, içinde hep bir umut vardı ikna ederim kaçar giderim okuluma bir daha da dönmem bu köye diye...
Ali’si vardı Şükran’ın Ali ile söz vermişlerdi birbirlerini bekleyeceklerdi.
-Şükran, Aliyi düşündü o an onun o gamzeli yüzünde ki gülümsemesi gelip odanın orta yerine durmuştu.
Ve duyduklarının şokuna zayıf bedeni daha fazla direnemişti ve olduğu yere yığılmıştı. Bayılmıştı Şükran,
anası ile yengesi koşup kenara çektiler Şükran’ı ve ayılması için sallamaya eline yüzüne su dökerek ayıltmaya çalıştılar.
Amcası Şükran’ın bu bayılmasından hiç etkilenmemiş gibiydi, konuşmasına devam etti.
-Halil! bu namus tek senin değil hepimizin namusu senin kadar bizde etkilendik bu olanlardan. İtibarımız beş paralık oldu. Normalde hakkı ölümdü Şükran’ın... Ama ben yine vicdanlı adamım o sebeple bu yaptığım; dediğim gibi oğlumu ateşe atmak aslında ama Kardeşim olduğun için yinede sana acıyorum mahpus damlarında çürümeni istemiyorum. O sebeple Halis ile Şükran’ı hiç vakit kaybetmeden evlendireceğiz anladın mı?
-Halil, yere bakarak başını salladı.
Bu tamam anlamındaydı. Her şeyi kabul edişti. Şükran’ın fikrini önemseyecek birisi henüz o dönemde yoktu yaşadıkları toplumda...
Şükran, günlerce yataklardan kalkamadı duydukları karşısında hiçbir şey yemedi, içmedi sadece ağladı ama elinden hiç bir şey gelmedi. Kimseyi ne dediklerine inandırabildi ne de ikna edebildi. Amcaoğlu Halis ile evlenecekti başka çaresi yoktu bu işin.
Abilerine umut bağlamıştı ama onlarda çoktan evlenmiş çoluk çocuğa karışmış ve babalarının işlerine karışmaz olmuşlardı. Babamızın sözünün üstüne söz söyleyemeyiz deyip kenara çekilmişlerdi. Evli ablaları da kendi çilelerinde, başka başka köylere gelin gitmişlerdi. Bir tek anası Şükran’dan yanaydı ama o da pes etmiş. Ne kocasının ne de abisinin karşısında söz söyleyememişti.
Netice de amcaoğluydu ve o dururken başkası ile evlenmek olmazdı. Yüzyıllardır bu adet kanun olmuştu bu tür yerlerde...
Şükran’ın düğün hazırlıkları başlamıştı. Halis, sürekli evlerinin içindeydi. Şükran Halis’i her gördüğünde abi kurban olayım yapma evlenme benle beni okula gönder diye yalvarıyordu Halis’e ama kalas kafalı Halis her defasında
-Kız seni aldığıma dua etmiyorsun da daha itiraz mı ediyorsun diye Şükran’ın üzerine doğru atılıyordu.
Ve Şükran’ın gücü törelere yetmedi. Ali’ye verdiği sözü de tutamadı. Üç gün çalan davul zurna eşliğinde kendisinden 10 yaş büyük amcaoğlu Halis’in koynuna soktular Şükran’ı. Şükran ile Halis evlendiler. Namusları da temizlendi...
Şükran, için hayat bir cehennemden farksızdı ne konuşuyor, ne gülüyor, ne yiyor, ne de içiyordu. Amcası kendilerine evin bir odasını vermişti. Bu odanın içinde Demir’den bir karyola, bir çeyiz sandığı bir iki hasır örme sepet, bir kaç yorgan yastık vardı.
-Şimdilik burada yaşayın ilerleyen zamanda elbet bir ev yaparız size demişti. Halis, Şükran’ı hiç anlamıyor, dünyaya bambaşka bir gözle bakıyordu. Onun için çalışmak, yemek içmek ve uyumaktı hayat. Atalarından böyle görmüştü. Okuma yazmayı da askerde öğrenmişti. Az dayakta yememişti komutanlarından, o sebeple okumaktan da yazmaktan da nefret etmişti. Okul Adının geçtiği yerde basıyordu küfürü.
Şükran ile ilk günler ilgilenmek istemiş ama Şükran yaşayan bir ruh gibi asla tavırlarına cevap vermemişti. O da bu konuda çok üstelememiş gidip gelip Şükran’a ben senin sahibinim havasını yaşatmaya çalışmıştı.
Toplum el birliğiyle Şükran’ı Halis’in malı ilan etmişti.
Masum Şükran’ın masumiyeti ilk gece herkesi utandırsa da hayalleri çoktan uçup gitmişti Şükran’ın o artık bir kız değil bir kadındı bu toplum da kocasının himayesinde...
Çocuk gelinler kervanına bir kız daha eklenmişti ama bu defa her kelimenin anlamını bilen bir gelindi bu, her matematik sorusunu çözen, dünyadaki bütün iklimleri, uzayı, felsefeyi, sosyolojiyi, tarihi bilen bir gelindi. Türkçesi de zaten Ali’den iyiydi...