HİCRÂN
Hicrân, kelime anlamı olarak “ayrılığın yol açtığı dayanılmaz acı” diye yerini almıştır dilimizde.
Ayrılık acısıyla derin hüzün kuyusunda boğulmakta olan bir kadının ilk çocuğuna verdiği bir isimdir bu aynı zamanda...
Hicran nasıl can yakan bir kelime, ne İçli, ne amansızdır böyle...
Şükran’ın doğum yatağında sonsuz acı çektiği bir an da alından terler boşanırken “Bu hicran, bu acı, bu dinmeyen sızı benim...” deyip haykırdığı an Hicrân ismiyle doğmuştu aslında...
Şükran, cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyünde dünyaya gözlerini açmıştı. Bir hayli kalabalık geniş bir ailenin son çocuğuydu.Babası, annesi, üç ağabeyi iki de ablası vardı. Aslında beş ağabeyi vardı ama kendi doğmadan önce vatan müdafaasına gitmiş geri dönemleri de mümkün olmamıştı. Birisi Kafkas diğeri Yemen cephesinde şehit olmuşlardı. Cenazeleri bile gelememişti doğdukları topraklara, vatanlarına. Nerde? nasıl? gömülmüşlerdi bilen yoktu. Askerliğin günü bile belli değildi. O günlerde söz konusu vatandı ve vatan toprağı her şeyden kutsaldı. Kutsal vatan toprağını kurtarmıştı ağabeyleri kanları ile sulayarak, arkalarında bir mezar taşları bile bırakmayarak...
Şükran, doğduğunda savaş bitmiş Cumhuriyet ilan edilmiş ve tüm ülke de vatanı kalkındırma çalışmaları hız kazanmıştı. Çiçeği burnunda Cumhuriyet halkı heyecanlandırmıştı, umut ve derin düşüncelere daldırmıştı...
Herkes, birbirine Cumhuriyet’in ne olduğunu soruyor ve yine kendi aralarında da en kestirme cevapları vermeye çalışıyorlardı.
-“Padişah falan yokmuş artık!”
-“Padişah bizmişiz öyle diyorlar.”
-“Halk seçecekmiş kimi isterse, köylü kentli ayırmıyormuş bu Cumhuriyet herkesi bir tutuyormuş.”
-“Ya Ağalar! ya beyler! onlarla biz nasıl bir oluruz.”
-“Cumhuriyet ağalığı da! Beyliği de! Padişahlığı da! Köleliği de kaldırdı işte! Artık halk ne isterse o olacak.”
-“Olur mu hiç öyle şey yahu?”
-“Biz kimiz ki bize soracaklar?”
-“Fazla konuşma Edeee! Cumhuriyet herkesi eşitledi diyoruz sana. Sen hala kendini küçük görüyor inanmıyorsun bu anlattıklarımıza!”
-“Fabrikalar, okullar açılacakmış her yere!”
-“Herkes üretecek! Herkes okula gidecekmiş, okuma yazma bilmeyen kalmayacakmış”
-“Cepheden gelen bir mektubu okutmak için üç köy dolaşıp okuma bilen aramayacağız artık kendimiz açıp okuyacağız gelen mektubumuzu. Okullara gideceğiz, okuma yazma öğreneceğiz!
Fabrikalarda üreteceğiz ipliğimizi, kumaşımızı, şekerimizi, yağımızı...”
-“Karılarımız, analarımız el kirmeni çevirip keçi kılı eğermekle uğraşmayacak artık devlet alacak bizden yünümüzü, derimizi, pamuğumuzu kendisi makinelerde üretecek! Bizlere de hakkımız olanı verecek!”
-Yahuu senin bu söylediklerini aklın alıyor mu?
-“Ben hiç inanmıyorum bu olacaklara.”
-“İnan, İnan yakında görürsün seni okula çağırdıklarında...”
Halkın kendi arasında en çok konuştuğu koyuydu Cumhuriyet. Bir türlü inanamıyorlardı böyle bir yönetim şeklinin geldiğine. Yüz yıllardır, çalışıp çabalayıp görmedikleri, adını bile bilmedikleri şehzadelere, padişahlara kul olmuşlardı. Şimdi artık kendileri seçeceklerdi, kendilerini yönetecekleri...
-Hay Allahım bu nasıl iştir diye bir hayli zorlanıyorlardı, alışık oldukları düzenin dışına çıkmaya. Ama iyiye, güzele, özele insan kolay alışırdı, onlar da alışacaklardı...
Cumhuriyette bu özelliklerin hepsini anlamında taşıyordu.
Şükran, doğduğunda artık halk Cumhuriyet yönetimine yavaş yavaş alışmaktaydı. Bütün ülkede okuma yazma seferberliği çoktan başlamıştı.
Gerek sanayi, gerek tarım, gerek sağlık, gerek eğitim ile ilgili bir çok proje de hayata geçirilmişti.
Köy enstitüleri kurulmuştu Anadolu’nun en ücra köşelerine bile...
Yüzyıllardır, halkın sırtından geçinmiş padişahların bir kez olsun geçmedikleri topraklara patır patır okullar açılıyordu. Hem de köy çocuklarının kendi emekleri ile yaptıkları okullardı bunlar...
Hem ürettikleri, hem öğrendikleri, hem eğitildikleri...
Bütün köy çocukları okula gideceklerdi artık!
Kız erkek demeden hem de.
-“Kız, okula mı gidermiş?” diye homurtular çıksa da emir büyük yerden!
“Devlettendi.”
Her çocuk okuma yazma bilme hakkına sahipti.
Ağanın da ırgatında çocukları ayrım yapılmaksızın, aynı okullarda eğitim alacaklardı.
Köy enstitüleri, bir çok köyün geçiş noktası olan yerlerde inşa edilmişti. Ayrı ayrı köylerden gelen. Bütün çocuklara üç aşağı beş yukarı aynı uzaklıkta olan yerlerde açılmaya çalışılmıştı.
Şükran, yedi yaşına gelince jandarma elinde nüfus kaydı ile dayanmıştı kapılarına. Okula gidecekti Şükran devlet öyle emir vermişti.
Babası, biraz şaşkınlık yaşasa da devletin emrine boynumuz kıldan ince deyip yollamak zorunda kalmıştı Şükran’ı. Evin en küçüğü olduğu ve ablaları da erken yaşta evlendiği için ailenin pek işine gelmese de bu durum devlete karşı gelmek olmazdı şimdi diye düşünmüştü babası.
Şükran, Köy Enstitüsünde ki ilk gününde anasından, babasından, köyünden koptuğu için ağlaya ağlaya gelmiş olsa da. Burada ki düzene ve arkadaşlarına çok çabuk alışmıştı. Öğretmenleri de kurallara uyan bütün öğrencilere saygı ve sevgi ile yaklışıyor bu köylerinden gelen masum çocuklar için ellerinden gelen özveriyi yapıyorlardı.
Şükran, çok hareketli, çok girişken bir kız değildi, içine kapanıktı biraz, çok konuşmayı sevmez, insanlar ve olaylar hakkında çok yorum yapmazdı. Ödevlerini gerçek anlamda bir ödev bilir yatılı kaldıkları okullarında etüd dışında bile okulun kütüphane diye adlandırılan küçük bölmesinde sadece kitap okurdu.
Böylelikle 5 yıl geçirmişti bu yatılı okulda. Daha sonrada ikinci kademeye devam etmişti.
15 yaşını bitirmek üzereydi. Bu süreçte bambaşka bir insan olup çıkmıştı. Orta son sınıfa geldiğinde tam bir Cumhuriyet genciydi. Geçmişini biliyor, geleceği hakkında fikirler üretiyor, sorguluyor, okuyor ve uyguluyordu artık.
Yine Bir gün kütüphanede ders çalıştığı sıra da kara yağız uzun boylu yakışıklı sayılabilecek, utangaç bir erkek çocuk içeri girmişti. Şükran’ın yüzüne bile bakmadan bir merhaba bile demeden masanın ucuna yerleşmiş hemen eline aldığı kalem ve kağıtlarla çalışmaya başlamıştı. Kafasını bir an olsun kaldırmadan tam üç saat okumuş ve elinde ki kalemle çizip durmuştu kitabı.
Şükran bu çocuğu ilk defa görüyordu okulda.
Üç saat de üç dört kez dışarı çıkıp gelse de Şükran inat etmiş oturmuş, çıkmamıştı bu yabanın yanından.
Ara sıra Göz ucuyla çocuğa bakıyor acaba dilsiz mi diye düşünüyordu?
Çocuk kafasını bir kaldırıp baksa bir selam verecekti vermesine ama bir türlü bakmıyordu işte!
Şükran üç saatin sonunda dayanamadı ve -Sana da merhaba yabancı dedi.
-Çocuk önce kendisine seslendiğinin farkında değildi etrafında baktı ve kimseyi göremedi.
-Bana mı dedin dedi yüzü kızararak Şükran’a
-Evet sana dedim. İnsan içeriye girince medeniyetin temsili bir selamı esirgemez değil mi?
Üç saattir tuttum kendimi ama en son dayanamadım.
-Kimsin sen?
Seni ilk defa görüyorum okulda,
-Adın ne?
-Nereden geldin buraya?
hele bir söyle bakalım! kendinden emin bir tonlamayla...
Çocuk onun bu rahat ve kendinden emin tavırları karşısında daha da afallamış ne diyeceğini, nasıl cevap vereceğini bir türlü becerememişti.
-Adın ne arkadaş adın diye üstelemişti Şükran
-Adım Ali diyebilmişti çocuk sadece...
Şükran soru sormaya devam ediyordu
-Nereden?
-Ne zaman geldin buraya?
-Ali Şükran’ın yüzüne bakmış ama hiç bir cevap vermeden kitaplarını topladığı gibi kütüphane’den çıkıp gitmişti.
-Amma da yabanmış dedi Şükran arkasından ama içini de garip bir merak sardı.
Yemekhane de Akşam yemeğinde gözleri ile tüm mutfağı taramıştı Şükran
-Nerde bu çocuk diyede kalbinden söylenip durmuştu.
Şükran, yemeğini yeyip tepsisini boşların bulunduğu kısma bırakmış tam yemekhaneden çıkacaktı ki Ali’yi karşında gördü.
Çekine çekine girmişti okulun mutfağına Ali.
Şükran hiç seslenmeden bir kenarda onu izlemeye başladı.
O kadar ürkek, o kadar çekingen davranıyordu ki üflesen uçacak, arkasından höt desen bayılacak gibiydi.
Yemeğini utana sıkıla almayı başarmış masada boş bulduğu bir sandalyeye oturmuş yemeğini yemeğe başlamıştı.
Saçları, kaşları kapkara, gözleri sürmeli gibi bir oğlandı Ali, boyu upuzundu ama henüz sakalları yoktu. Yüzünde bir gamze mi vardı Şükran’a mı öyle gelmişti, anlamamıştı Şükran bir kere bile yüzünü tam olarak görmemişti ki daha. Ama içinden bence gamzeli diye de onaylamıştı bu fikrini.
İzledi Ali’yi yemeği bitinceye kadar, nihayet kalmıştı işte yerinden o da boş tepsisini bulaşıkların üzerine bırakmış ve mutfaktan çıkmak üzere kapıya yönelmişti.
-Şükran Selam Ali dedi
-Ali bir an duyduğu ismi karşısında mahcubiyetinden ne diyeceğini bilememiş ve see seee selam diye üç kerede bir selam demeyi başarmıştı.
Şükran, derslerinde çok başarılı bir kız öğrenciydi. Diğer kızlardan farkı bu ülkenin bu yaşta geleceğini düşünmesi ve ne yapmalıyım diye kafa yormasıydı. Hem ülkesi hem insanlık için çok çalışması gerektiğinin bilincindeydi. 8. Sınıfa kadar dünya klasiklerine ait bütün kitapları okuyup bitirmişti. Dünya üzerinde ki bir çok ülke ve yönetim biçimleri hakkında fikir Sahibi olmuştu. Düzeni bile sorguluyor, dünya üzerinde ki yaşayan halkların eşitliğini daha bu yaşta savunuyordu. Dile kolay 8 yıl boşuna geçmemişti Şükran için. Önce Öğretmen olacaktı okulu bitirince ama aslında Mühendis olmak istiyordu hem de makine mühendisi. Makine Mühendisi olup bu ülkesi için faydalı şeyler üretmek istiyordu. Öğretmen olarak göreve başlasa da yine de mühendis olmak içinde çabalayacaktı.
O sabah yine sınıfa ilk giren ve kitaplarını açıp öğretmeni beklemeye koyulan Şükran olmuştu.
Derken sınıfa ikinci giren de Ali oldu.
Şükran Ali’yi üçüncü kez karşısında görünce nedensiz yere heyecenlanmıştı.
Demek bizim sınıfa vermişler diye iç sesiyle konuşmaya başlamıştı.
Bir an da çok sevindiğini fark etti ve neden bu kadar çok sevindiğine bir anlam veremedi.
Ali ayakta kalakalmıştı. Nereye oturacağını bilmiyordu. İçinden keşke erken gelmeseydim şimdi nereye oturacağım diye geçiriyordu kendi ana diliyle!
Şükran ayakta kalan Ali’ye seslendi
-Arkasında kimsenin oturmadığını ve dilerse buraya oturabileceğini söyledi
Ali;
-Utana sıkıla başı ön de gelip Şükran’ın arkasında ki boş sıraya oturdu.
Şükran hemen arkasını dönüp merhaba dedi.
Ali, hiç ses çıkarmadı. Başını bile kaldırıp bakamadı Şükran’ın yüzüne.
Geldiği köy bu diyarlardan çok uzaktı. Orada kızlarla erkeklerin konuşması hoş karşılanmazdı. Kızlar ve erkekler eğer kardeş değil ise; akraba olsalar bile birbirleri ile ihtiyaç duymadıkça konuşmazlardı. Gerçi Anadolu’nun birçok yerinde de durum aşağı yukarı hep böyleydi aslında.
Ülkenin Doğusundan, gelmişti Ali.
Türkçesi de çok İyi değildi zaten.
Ataları, yüzyıllardır Anadolu’da Kürtçe konuşmuşlar, Kürtçe düşünmüşler, Kürtçe sorgulamışlardı. Cumhuriyet öncesi okul falanda olmadığı için sadece konuşmuş yazı yazmayı da okula gitmedikleri için öğrenmemişlerdi.
Örf adet gelenek görenek çok katıydı, Ali’nin geldiğin o topraklarda...
Ali’nin babası fakir bir aileden geliyordu ve Ağanın zulmüne dayanamamış en son isyan etmiş ve köylerinden kovulmuşlardı. Anası İki kat yataklarını sarmış bir kaç parça elbiselerini bir çıkın etmiş köylerini bir sabah güneş doğmadan yürüyerek terk etmişlerdi.
Günlerce süren yolculukları yaya-atlı, bata-çıka son bulmuştu. Bir süre önce Şükran’ın okuduğu
köy enstitüsüne çokta yakın olmayan bir kasabaya yerleşmişlerdi. Ali kendi köylerinde kalırken de o bölgede ki yeni açılan okullardan birisine gitmiş ve eğitim almıştı. Şimdi de yerleştikleri köyden Jandarma kararıyla bu enstitüye yerleştirilmişti.
Günlerce hiç konuşmadı Ali ne sınıfta ne dışarda...
Şükran içinde yeni bir sayfa gibiydi Ali’nin okula gelişi...
Şükran’da onu izlemekten hiç vazgeçmedi.
Konuşması bulundukları yörenin çocuklarının konuşmasından çok farklıydı. Çekiniyordu Ali yanlış bir cümle kurmaktan ve kendisiyle alay edilmesinden.
Matematik derslerinde çok başarılıydı hocanın sorduğu soruları hemen çözer ve hoca kontrol etsin diye defterini sıranın yan tarafına iterdi.
Öğretmen kontrol eder, Ali’ye bir kez dönüp bakar ve aferin der ilerlerdi sıraların arasında. Ali yapabilecek mi diye bazen aşırı zor sorular da yazardı tahtaya ve Ali ne kadar zor olursa olsun o soruyu da çözmeyi başarardı.
Ali’den Önce sınıfın en Çalışkan’ı Şükrandı ama Ali’yi bir türlü matematik derslerinde geçemiyordu. Hırs yapıyor daha çok çalışıyordu ama yine de nafileydi Ali matematik dersinde bir dehaydı ona göre.
Günler günleri kovalayıp duruyordu. Geçen sürede Ali de biraz daha sınıf ve okul ortamına alışmıştı.
Şükran’ın bitmek bilmeyen sorularına artık yavaş yavaş cevap verme gücünü yakalamıştı kendinde.
_Nerede Oturuyoruduz Ali?
-Çok uzaklarda...
-Buraya mı yerleştiniz?
-He
-Annen baban var mı?
-Var
-Onlarda burda mı?
-Burda
-Baban ne iş yapıyor?
-Tarla da ırgat
Babası Doğuda ki Ağanın zulmünden kaçmış ama gelip yerleştiği bu yeni coğrafyada yine başka toprak ağalarının boyunduruğuna girmişti. Düzen aynı düzendi aslında yönetim sistemi değişmiş ama Cumhuriyet kimi yerde amacına ulaşsa da kimi yerde sistemin başında ki satılık adamlar yüzünden amacına da tam olarak ulaşamamıştı.
Günler geçtikçe Ali’de gerek sınıf da gerek dışar da her boşluğun da gözleriyle Şükran’ı arar olmuştu. Sınıfta bazı aşırı milliyetçi ailelerin çocukları tarafından pek sevilmemiş biraz da hor görülmüştü Ali. Çok Çalışkan olması da bu ailelerin çocuklarına ayrıca zor gelmişti.
-Allah’ın Kürdüne bak dağdan geldi bağda kini kovuyor gibi sözler söylemeye kendi aralarında homurdamaya başlamışlardı. Bu tipler aslında enstitüde de çok başarılı olmayan babalarının ve devletin zoruyla okulda olan ve asla ileri de Anadolu halkı için bir planları olmayan, daha bu yaş da kısa yoldan nasıl vurgun yapabiliriz planlarını kafalarında ufak ufak oluşturan biraz da varlıklı ailelerin çocuklarıydılar.
Ama köy enstitülerinde sadece Ali dağdan gelmemişti bir sürü farklı farklı dağlardan gelen yaşadıkları köyler üç beş haneden oluşan, ayranı kuru ekmekle katık eden, babalarının analarının elleri çalışmaktan Nasır tutan hatta nasırları kanayan ailelerin çocukları da vardı. Ve bu çocuklar burada aldıkları eğitimle ve okudukları kitaplarla, öğretmenlerinin anlattıklarıyla,insanlar arasında ki eşitsizliğe karşı çıkmaya başlamış, adaleti, hak aramayı, verilen emeğinin karşılığının ağaların, beylerin köleliği olmayacağını, hiç bir insanın kimsenin malı sayılamayacağını, insanların salt özgürlükleri için mücadele etmeleri gerektiğini ve özgür düşüncenin insanları toplumsal olarakta geliştireceğini savunmaya başlamışlardı. O sebeple bir insana “Allah’ın Kürdü” demesini asla kabul etmiyorlar Ali’ye var güçleriyle de sahip çıkıyorlar, insanları dil, din, mezhep olarak ayırmaktan yana olmayıp bütünleştirici ve kucaklayıcı taraflarıyla ele savunuyorlardı.
-Üç beş kendini bilemeze uyma sen Ali kardeş onların amacı bu ülkeyi kalkındırmak değil, kendi ceplerini doldurmak babaları gibi diyor Ali’nin üzülmesine ve dışlanmasına asla izin vermiyorlardı.
-Ali ses çıkarmıyordu hiç kimseye ne evet diyordu, ne hayır sadece derslerine bakıyor ama içten içe de içerliyordu.
Çünkü Ali’nin de bir ağabeyi Çanakkale’ye gitmiş ve bir daha dönmemişti. Kendisi hatırlamıyordu bu ağabeyini henüz doğmamıştı o yıllarda ama anasının yüzü bir gün gülmemiş her gün evlerinin önündeki bir kayanın başına oturmuş Kürtçe ağıtlar yakıp ağabeyinin yolunu gözlemişti. Gelecek bir gün elbet gelecek diye diye ağzının tadıyla bir ekmek çiğneyip yutamamıştı oğlu’nun şehit haberi geldiği günden bu yana.
Ali, sınıfta kendini Kürt olduğu için ellerinden gelse okuldan yollayacakları bu çocuklara bu konudan hiç bahsetmedi. Doğduğun topraklar için mücadele etmenin ya da kim daha çok seviyor diye test etmenin yolu bu değildi elbette. Ali doktor olmak istiyordu. Doktor olup Anadolu halkı için çabalamak ister Doğusu, ister batısı olsun kan ağlayan ve toparlamaya çalışan insanları için çabalar onların yaralarını sarmak istiyordu.
Günler su gibi akıp gidiyor çocuk olarak geldikleri bu okulda artık her birisi bir genç olarak mezun olmaya yaklaşıyorlardı.
Ali Şükran’a matematikte bildiği bütün pratik bilgileri anlatmaya elinden ne geliyorsa göstermeye çalışıyordu. Hatta bir sınav anında Ali sırf Şükran sınıf birincisi olsun ve mutlu olsun diye üç soruyu bildiği halde yapmamış ve sınıfta Şükran’ın birinci olmasını sağlamamıştı.
Matematik öğretmeni Ali’nin bu soruları gözü kapalı yapabileceğini bildiği halde neden yapmadığını anlamış ve bu konuda ses çıkarmamıştı.
Şükran da anlamıştı.
-Neden böyle bir şey yaptın? Neden çözmedin o soruları diye sordu Şükran Ali’ye
-Ali başını kaldırmadı yerden, her soruyu yapabileceğimi de kim söyledi dedi?
-Bilerek yapmadın biliyorum.
-Yapamadım sadece, başım ağrıyordu yapamadım.
-Yalan söylüyorsun dedi Şükran
-Ali hala başını kaldırıp bakamıyor bahçede oturdukları otları parmaklarıyla kıvırıp bırakıyordu. Neyi neden yaptığımı düşünüyorsun diye sordu Şükran’a
-Şükran şeyyy dedi ve devam edemedi.
Benim için yaptın biliyorum demeye de dili dönmedi.
-Ali başını Şükran’a doğru kaldırdı ve gülümsedi. İlk kez gülümsedi Şükran’ın yüzüne bakarken
Şükran evet evet dedi içinden bak işte gamzesi de varmış!
Ali esmer yüzü, sol yanağında ki gamzesi, simsiyah saçları ve sürmeli gibi bakan o gözleriyle Şükran’ın o an aklını başından almıştı.
Ve devam etti Ali
-Ne için yaptım peki diye yineledi! cevap verir misin Şükran dedi?
Şükran’ın dili tutulmuştu ne yapacağını bilemiyordu o an kalkıp kaçmak istedi ama o kadar da değildi yapamazdı bunu. Durdu düşündü ve biliyordum zaten seni bir gün matematik de geçeceğimi zaten dedi. Ve konuyu kapatmaya çalıştı.
O an kalbi Deli gibi çarpıyordu Şükran’ın ilk defa yaşıyordu böyle bir çarpıntıyı. Bıraksa kendini Ali’nin boynuna atılacak ve orada yüzyıllar boyu kalacaktı. Ama yapamazdı. Okuldaydılar ve okulun kuralları vardı. Hem isimleri çıkarsa her yere yayılır ve aileler zaten okula göndermek istemedikleri kızlarını hiç göndermezlerdi. Bütün kızların kaderi duygularından önemli olamazdı. Bunun bilinciyle Şükran Ali’ye karşı hep bir duvar örmek zorunda kaldı. Aşkını içine gömdü ve Ali ile sadece derslerle ilgili bir araya geldi. İçi içini yiyordu oysa, bir an olsun gözünden ayırmak, yanından ayrılmak istemiyordu. Ali matematikte anlamadığı konuları anlatırken o durup onun yüzünü seyrediyor, söylediklerini duymuyordu bile.
Bir gün Ali bir an fark etti Şükran’ın onu dinlememesini
-Şükran beni dinlemiyorsun ama beni dinlemeyeceksen anlatmayayım diye sert çıktı.
-Şükran bu ses tonu karşısında çok içerledi ve kitabını aldığı gibi Ali’nin yanından kalkıp gitti yatakhanedeki yatağına. O gün hiç bir derse girmedi. Hocalarına hastayım dedi ve sadece ağladı yatağında. Ali kendisine nasıl böyle kızabilmişti. Nasıl anlamamıştı bir tek o anlarda kokusunu duyumsayıp yüzüne bakabildiğini...
Etraftakiler dedikodu yapmasınlar diye hep temkinli davranmak artık yormuştu ruhunu. Seviyorum seni gerizekalı Ali, Seviyorum seni Salak Ali, ben o matematiği zaten yaparım ben sana bakmak için, yanında kokunu almak için bu kadar çabalıyorum diye içinden söyleyip söyleyip yastığına doğru akan gözyaşlarını siliyordu.
Ali sınıfta derse girdiğinde Şükran’ın sırasının boş olduğunu görünce kalbine bir hançer saplanmış gibi yavaş yavaş kanının sıcaklığını içine aktığını hissetti. Sırasına oturdu ama ne dersi dinleyecek kulak, ne de öğretmeni görecek gözü vardı! Kulakları zonkluyor! gözleri sadece bir önünde oturan ve şu an bir boşluktan ibaret olan Şükran’ın sırasına bakıyordu. Midesinde ağır bir acı hissetti, canı yanıyordu! Şükran neredeydi? Neden derse gelmemişti? Ah eşek kafam nasıl yaptım nasıl kırdım Şükran’ımı dedi.
Sonra Şükran’ım mı diye kendi kendine sordu. Şükran’ım evet Şükran’ım işte diye de cevap verdi. O benim Şükran’ım o benim kalbim, onsuz nefes almam mümkün değil onu görmeden yaşamam mümkün değil diye yaşından büyük ama yaşının verdiği duyguların esaretine kapılmıştı. Derste sadece bedenen vardı ama ne kimseyi görüyor ne de konuşulanları duyuyordu. Sadece Şükran’ı düşünüyor ve kendi kendisine olan öfkelenmesinden, kendi kendini tokatlamak istiyordu. Allah belanı versin senin Ali, Şükran’ın kalbini nasıl böyle kırabildin diye içinden söyleniyor, söyleniyordu...
Akşam yemeğine de gelmedi Şükran, diğer gün sınıfta yine yoktu. Ali, Şükran’ı göremediği her an kalbinde bir acı midesinde bir yumruk hissediyor gibiydi. Ne kimse ile konuşuyor, ne söyleneni işitiyordu.
Şükran diğer gün derse geldi, sırasına oturdu ve hiç bir şey olamamış gibi davranmaya çalıştı. İki gün boyunca sürekli ağlamıştı yatağında bu sebeple gözleri şişmiş burnunu silmekten burnu kıpkırmızı olmuştu.
Ali heyecanla sınıfa girip Şükran’ı sırasında görünce mutluluktan uçacakmış gibi olmuş ama Şükran’a ve sınıftakilere hissettirmemek için olağan davranmaya çalışmıştı. Sırasına doğru ilerledi ve sırasına oturacağı sırasında
Şükran
Arka sıraya dönüp
-Günaydın Ali dedi
-Ali Günaydın diye cevap verdi.
Ne diyeceğini bilemedi ve bir an da Şükran neredesin? Diyebildi! Bu neredesin cümlesinin içinde özlem, sevgi, hasret, korku, endişe, her şey vardı.
Şükran
-Hastaydım biraz dedi ve sustu.
Gerek Ali, gerekse Şükran birbirlerinden başka hiçbir şey düşünemez olmuşlardı. Derslerde yine başarılıydılar ama kalan zamanlarda ikisi de hayattan kopmuş şekilde sadece birbirlerini düşünüyorlar, etraflarında yaşanan hiçbir olayın ya da davranışın farkında olmuyorlardı.
Aşk bu olmalıydı bu yaşlarda,
Görmek, duymak ve kokusunu almak... Ötesi yoktu ötesi aşkı sadece laf olarak kullananların işiydi.
Birbirlerini gördükleri an da her şey yok oluyordu etraflarında. Sadece Şükran için Ali ve Ali için Şükran vardı.
Sesleri birbirlerine dünyanın en güzel ve henüz bestelenmemiş şarkısı gibi geliyordu işittikleri an da.
Şükran’ın kokusunu gözü kapalı bin kız arasında yine tanırdı Ali, Şükran’da Ali’nin kokusunu...
Beraber ders çalışırken içine derin derin çekmişti her ikisi de...
Sayılı gün çabuk geçer derler ve öylede olmuştu çabuk geçmişti günler. Bir gün küs, bir gün barışık, bazen sitem, bazen sarmaşık ama karmaşık olmadığı kesin adına Aşk dedikleri duyguyla Ali ve Şükran birbirlerini görmeden duramayacaklarını anlamışlardı artık. Lakin okullar kapanmaya ve herkes köyüne yavaş yavaş dönmeye hazırlanıyorlardı.
Ali ve Şükran bu zorunlu ayrılıktan dolayı karalar bağlamışlardı. Ayrılmalarına iki hafta vardı ve herkes köyüne ailesine dönecekti artık.
Lise eğitimleri içinde planlar yapmışlardı ama hayat buna müsade edecek miydi?bilmiyorlardı.
-Ali, Şükran’la bahçede oturdukları bir an da artık Şükran’a duygularından bahsetmek ondan söz almak istedi.
-Şükran’ım dedi!
-İlk defa bu cümleyi duyan Şükran bir an bedeninde bir titreme ve bir heyecan hissetti. Dili tutuldu gözlerini kaçırdı Ali’den o an çok utandı ama aslında sevinçten çığlık atmak, dağa taşa Ali’m diye bağırmak istedi o an.
Ali devam etti Şükran’ım
Bana söz ver lütfen beni unutmayacağına ve beni ne olursa olsun bekleyeceğine. Lisede belki bir arada olamayız olmak için çabalayacağım, canımı ortaya atacağım ama her ihtimali düşünerek söylüyorum bunları beni bekle olur mu? Nerde olursan ol, seni asla unutmayacağım ve seni gelip bulacağım. Beni bekle...
Dedi ve gözlerinden engel olamadığı erkeklik duygularının henüz nasırlaşmamış saflığıyla gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına.
Şükran Ali’nin bu halini görünce bütün dünyayı bir kalemde sildi kim ne düşünürse düşünsün dedi ve Ali’nin boynuna anında sarılı verdi. Kokluyordu Ali’yi söz Alim söz diyor bir yandan da ağlıyordu hıçkıra hıçkıra... Ali Şükran’ı elinden gelse kalbine sokacakmış gibi sardı, saçlarının örgülerinden öptü, saçının kokusunu içine çekti ve bu kokuyu beynine kodladı o günden sonra başka hiç bir şeyin kokusunu alamadı.
Birbirlerine söz verdiler köy enstitüsünün bahçesinde birbirlerini asla unutmayacaklar ve her şekilde mücadele edecekler diye.
Okullar kapanmış herkes mezuniyet diplomalarını almış Şükran okul birincisi Ali okul ikincisi olarak mezun olmuşlardı. Türkçesi pek iyi olmayan Ali’yi, Matematik dersinde de daha yüksek not alarak Şükran Ali’yi Ali sayesinde geçmiş ve okul birincisi olmuştu.
Bir gün önce sesten, gürültüden, şamatan, bağırık, çağırırıktan geçilmeyen enstitü de şu an da ıssız bir sessizlik hakimdi. Bütün öğrenciler köyünün yolunu tutmuş okulda Dönem sonu raporlarını sunmak için kalan öğretmenlerinden başka kimse kalmamıştı. Onlarda bir iki güne evlerine yahut köylerine döneceklerdi