20 KASIM DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ VE BİZ
Çocuk kavramının anlamına ilişkin tanımlamaların ülkeden ülkeye, kuşaktan kuşağa, sosyal yapı farklılığı ile toplumdan topluma değişebildiğini söyleyebiliriz. Örneğin gelişmiş ülkelerde kentsel yapılaşmaların da çok olmasının etkisi ile çocuğun çalışma hayatından uzak tutulduğunu, hatta aile kavramına ilişkin ebeveynlerin aile olmakla ilgili olguların ve değerlerin duygusal ve soyolojik boyutta ebeveynlere yoğun bir biçimde hissettirdiğini belirtebiliriz. Bu bağlamda gelişmiş toplumlarda çocuk olmakla ilgili çocuğun yetişkinliğe hazırlandığı bu süreçte ailesi tarafından el üstünde tutulduğunu da gözlemleyebiliriz. Ancak az gelişmiş ülkelere baktığımızda çocuk kavramının aileye ekonomik anlamda katkı sağlayabilecek potansiyeli olan bir varlık olarak çocuğun aile olgusundan çok gelecekte yaşı ilerledikçe aileye sosyal güvenlik aracı olan bir varlık değeri olduğunu belirtebiliriz (Kulaksız, 2014: 97). Toplumların tarihlerini incelediğimizde bugün dünyada bilgi toplumu olmakla ilgili ülkelerin rekabet kültürlerinde ekonomik kaynaklarını insan gücü ile elde etme politikalarında insan kaynaklarına yatırım yaptıklarını gözlemlemekteyiz. Bu çerçevede tarım toplumlarının 20.yy’da hâlâ daha var olduğunu düşündüğümüzde bu toplum yapısında çocuk kavramı ile ilgili mali anlamda maliyeti yüksek olmayan ancak ekonomiye de katkı sağlayan bir araç niteliği olduğunu bilmekteyiz. Çocuğun bu tür toplum yapılarında üretime olan katkısı yaşlılık döneminde de sigorta görevi ile dikkat çekmektedir (Tuncer, 1976: 39). Dünya geliştikçe ve değiştikçe toplumların ekonomik ve sosyolojik yapılarındaki değişim ve gelişimler toplumlarda kadın, çocuk ve yaşlılara ilişkin tanımlamalarına da etki etmiştir. Nedense Batı toplumlarında çocuk kavramına ilişkin toplum felsefelerinde daha modern bir çocuk kavramı mevcutken bu mevcut yapıyı örnek alan gelişmekte olan toplumların da çocuk kavramına ilişkin toplumlarına yansıttığı değerlerde değişimler olduğunu gözlemleyebilmekteyiz (Zeytinoğlu, 2001: 9).
Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde çocuk kavramına ilişkin anayasal çerçevede 18 yaşından küçük her birey çocuk olarak kabul edilmektedir. Nitekim Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde de yer alan bu madde içinde belirtilen esaslar ulusal hukuk tarafından daha erken bir yaş tespiti olmadığı surette 18 yaşın altındaki her birey çocuk olarak sayılmaktadır. Hukuk disiplinleri açısından zaman zaman özellikle Türkiye coğrafyasında oldukça fazla eleştirilmesine rağmen (Bakırcı, 2004: 82) ; Türkiye’deki kanunlarda bu hususa ilişkin bir standart olması gerekçesiyle bu tanımı benimsemiştir. Dolayısıyla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Çumhuriyeti’nde de 0-18 yaş arasında bireyler çocuk olarak kast edilmektedir. farklı ülkelerde çocuk tanımlamasına ilişkin yaş aralıklarının değişken olabildiğini de bilmekteyiz. Bu çerçevede Avrupa Konseyi’nin çocuk hakları ile ilgili ifadesinde çocukların insan hakları tanımlamalarına yer verilmiş olmasının dünya ülkelerine büyük etkisi olduğunu belirtmekte fayda var. Çocuğun fiziksel, zihinsel ve ruhsal gelişimi ile ilgili bu gelişimlerin net bir biçimde yeterli gelişime ulaşmaması çocukların korunmasını gerekli kılmaktadır. Bu anlamda uluslararası kurum ve kuruluşların bir takım girişimleri sonucunda çocuk hakları bugün ulusal mevzuatlarca da tanımlanmış temel haklar olarak kabul edilmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi insan haklarına ilişkin her insana tanınan insan haklarına ilave olarak çocuklar için bazı özel hakları çocuk hakları olarak tanımlamaktadır (ASPB, 2013:4). Birleşmiş Milletler Çocuk Sözleşmesi’nde çocuk hakları ile ilgili 4 temel kriter göz önünde bulundurularak yasa ve uygulamaları gerçekleşmekte olup; Avrupa Konseyi Çocuk hakları Stratejisi içinde de bu 4 kriter yer almaktadır. Nitekim Avrupa Konseyi Çocuk hakları Stratejisi’nde bu kriterler çocuklara ilişkin hiçbir ayrım yapılamadan tüm çocuklara tanınması yönünde olmakla birlikte çocuğun yüksek yararının ön plana alınması, çocuğun yaşama ve gelişme hakkının korunması ve çocuğun karar alma süreçleri ile ilgili tüm düzeyde kendi ile ilgili karar verme süreçlerine dâhil edilmesi ve düşüncelerini ifade etmekle ilgili cesaretlendirilmesi yani düşüncelerini paylaşabilmesine yönelik teşvik edilmesi şeklinde sıralanmaktadır (Avrupa Konseyi, 2016: 3-4).
20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü ile ilgili Türk toplumu olarak bireysel ya da kurumsal farkındalıkların paylaşıldığı bir haftayı tamamlamış bulunmaktayız. Bu çerçevede eğitimle ilgili müfredatlar kapsamında özel gün ve haftalarla ilgili listelerde bu özel güne de yer verildiğini görmekteyiz. Peki; gerçek anlamda özel gün ve haftalara ilişkin Türk Eğitim Sistemi’nin mevcut yapısını ele aldığımızda dünya çocuk haklarına ilişkin eğitimcilerin, ebeveynlerin ve çocukların farkındalık ve inanç durumlarının ne olduğunu hiç düşündük mü? Çocukların konuşma fırsatı yakalayamadığı yoğun bilgi yüklemesinin yapılması gereken eğitim yuvalarında çocukların ifade özgürlüklerinin dışında onların yaş ve gelişimlerine uygun eğitim ortamlarının kısıtlanmadığı kaç eğitim yuvamız vardır? Çocuk kavramına ilişkin okullarda çocuk olduğu halde çocukluğunu yaşayamayan o yavruların içler acısı kaderlerinin sebepleri sadece seçme hakkı bile olmayan ebeveynlerinin sosyolojik ve ekonomik düzeyleri midir? Toplumlar geleceklerini eğitim aracılığı ile şekillendirmektedirler. Eğitim sistemleri bir ülkedeki demokratik yapılaşmayı, sosyal yapılaşmayı ve modern toplum olma düzeyini en belirgin çevreye yanıştan aynalardır. Bu çerçevede mantıksal matematiksel zekâ kavramının toplama ve çıkarma işlemi ile sınırlandığı müfredatlar ne yazık ki 21. yy. dünya düzeninde başka ülkelerle rekabet edebilir bireyler yetiştirmeye yeterli olamamaktadır. Eğitim ile ilgili zaman kavramının kısıtlayıcı durumu matematiksel zekâya ilişkin çocuklara bilgi yükleme ile sınırlı kalmakta ve çocukların düşünme ve keşfetme becerilerini geliştirmesine fırsat sunamamaktadır. Oysa sınıf ortamlarının çağdaş eğitim sisteminde eğitim uygulamaları ile ilgili öğretmenlerin sınıf yönetim becerilerinde çok özellikli becerilere sahip olduğu halde ar olan müfredat ve program yapısında harcana zamanın öğretmenin öğretmenlik becerilerini de sağlıklı yürütmesine engel olduğuna pek çok kez sınıf içi uygulamalarda bizzat öğretmenler olarak tanıklık etmekteyiz. Öğrencilerin ne öğrenebileceklerini, nasıl öğrenebileceklerini, hangi kaynaklarla eğitim ve öğretim sürecine dâhil olacaklarını, ne tür fiziksel eğitim ortamında olacaklarını, ne tür bir eğitim felsefesi ile yetiştirileceklerini belirleyen yetişkinler neden yüzyıllardır eğitimin derdini çözememiştir? Öyle ya çocuk hakları ile ilgili çocukların haklarının sınıflandırılması ile ilgili felsefi ve hukuki olmak üzere iki yaklaşım olduğunu görmekteyiz fakat hukuksal anlamda değerlerin yaşama katılması ile ilgili zaman zaman çocuk haklarının felsefesini doğru anlamlandırmadığımız için birçok çocuk hakkını hayata geçirememekteyiz. Çocuk hakları ile ilgili felsefi yaklaşımı 4 başlıkla sınıflandırabiliriz (Ballar, 1998,21-26 ):
1. Refah hakları,
2. Korumacı haklar,
3. Yetişkin haklarının yanı sıra
4. Ana- babaya karşı haklar olarak sınıflandırma yapabiliriz.
Bu çerçevede çocuk haklarının Anayasası olarak bilinmekte olan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS) ise çocukların haklarına ilişkin daha sistematik bir yapı geliştirmiştir. 20 Kasım 1985 yılında Çocuk Hakları Sözleşmesi olarak bilinen bu yasal hakların içinde çocuk hakları şu şekilde sınıflandırılabilir:
1. Yaşamsal Haklar: Çocukla ilgili onun yaşamına ilişkin yaşam koşullarının, tıbbi bakımı, barınma, beslenme vb. temel ön görülen ihtiyaçlarının karşılanmasını içeren haklardır.
2. Gelişme Hakları: Çocuğun kendini gerçekleştirmekle ilgili fırsatların ona sağlanması için eğitim hakkı, oyun ve dinlenme hakkı, bilgi edinme ve din ve vicdan özgürlüğü haklarının olmasıdır.
3. Korunma Hakları: Çocukla ilgili herhangi bir ihmal, istismar ya da sömürüye karşı çocuğun korunmasını sağlayan hakları ifade eder.
4. Katılma Hakları: Çocuğun gerek aile içerisinde gerekse toplumda aktif rol kazanmasını sağlamaya yönelik haklardır. Çocuğun herhangi bir konuda fikrini ifade etmesi, kendi ile ilgili kararlara katılma, görüş belirtmesi vb. olabilir.
Çocuk haklarının hukuksal ve felsefi yaklaşımları doğrultusunda çocukların refah haklarının hukuksal açıdan onların yaşamsal haklarının içine girdiğini, korumacı haklarının korunma haklarının içinde yer aldığını, yetişkin haklarının ise; onların hukuksal yaklaşım içinde katılma haklarının içinde yer aldığını belirtebiliriz. Ana- babaya karşı haklarına baktığımızda ise bu hakkın gelişme hakkı içinde yerleştirilebileceğini belirtebiliriz. Çocuk haklarının farklı yaklaşımlarda gruplandırmalarının bire- bir karşılık kazandığı söylenemese de farklı türlerde sınıflandırmaların yapıldığını belirtebiliriz. Çünkü hukukî açıdan sınıflandırmalarda farklı konu başlıkları olduğunu ve bu çerçevede çocuğa tanınan hakların insan haklarıyla bağlantılı olduğunu da belirtmek mümkün olmaktadır (Akyüz, 2000,5-6). Okullarda bu iki yaklaşıma ilişkin öğretmenlik mesleğini yapmakta olan her öğretmenin belirli hizmet içi eğitim programları kapsamında çocuk haklarına ilişkin eğitimlere katılmaları onların çocuklara ve çocuk eğitiminde nelere dikkat etmeleri gerektiğine ilişkin dikkatli olmalarına yararlı olabilir. Bu çerçevede bir çok Avrupa ülkesinde öğretmenlik mesleğini yapmakla ilgili konulan kriterler içinde “çocuk” kavramı başlığında birçok lisans belgesi yani karne kriteri öğretmenlerden istenmektedir. Okul binasında hizmet verecek kimselere yönelik de birçok gelişmiş ülkede çocuk eğitimi ve çocukla aynı ortamı paylaşacak kimselerden bir takı lisans belgelerinin de olması gerektiğini de belirtmekte fayda var.
Öyle ya eğitim insan üzerine etki eden bir süreç olmakla birlikte insanoğlu değişen çevre ve şartlarla birlikte kendini de değişen ortama uyarlayan bir varlık olduğu için eğitimin bir fabrika mantığı ile düşünülmesi mümkün olmamaktadır. Sosyal alanlarda insan davranışları izlendikçe insanoğlu insanlığa yarar sağlayıcı sonuçlara ulaşmak için nedenlere cevaplar aramaktadırlar. Bu çerçevede her insanın dünyası kendi yaşadığı çevre olurken; eğitimle ilgili her çocuğun dünyası ona eğitim olanaklarını sunan kendi ülkesi olmaktadır. Devlet politikasında çocuğa önem veren toplumların kendi ülkelerine ilişkin yurt sevgilerinin en güzel örneği yetişkinlik sürecinde bireyin çocukluk yaşadığı ana vatanına hizmet etme arzusundan belli olmaktadır. Nitekim fakir ülkelerde ekonomik güç yetersizliği ailelerin çocuklarına daha sağlıklı eğitim imkânı sunabilecekleri bir devlet arayışı ile ülkelerinden göç etmelerine etki edebilmektedir. Türkiye’de olduğu gibi son yıllarda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde de dünyaca tanınmayan bir ülke olmasına rağmen göç akımını yoğun yaşanıldığı bir iklimle karşılaşıldığını gözlemleyebilmekteyiz. 1974’ten beri adanın ikiye bölünmesi ile birlikte Kıbrıs’ın kuzeyi sürekli göçe maruz kalmış bir ülke olmuştur. 1974’ten 1990’lı yıllara kadar adanın kuzeyinde Türkiye kökenli ailelerin göç akımı mevcutken son yıllarda bu göç akımında farklı dil ve dine mensup aileler olduğunu görmekteyiz. Nüfusun her geçen gün çoğalması ile okullarda özellikle ilköğretim kademesinde sınıf yapılaşmalarını olumsuz etkilerken bu sürece pandemi şartlarının etkisi daha da bir farklılık katabilmektedir. Orta doğu ve balkan ülkelerinin yanı sıra 30’un üzerinde farklı ülkeden öğrencinin KKTC’de eğitim gördüğünü hepimiz bilmekteyiz. Hindistan, Pakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, İngiltere, Rusya, Çin, Türkiye, Bangladeş, Ukrayna vs. pek çok farklı ülkeden yüzlerce çocuğun anadilinin Türkçe olmadığını istatistiksel araştırmalarla da elde ettiğimizi varsayarsak, bu çocukların eğitim haklarına ilişkin devlet politikamızda anayasamıza aykırı olan neleri ihlâl ettiğimiz sanıyorum ortadadır. Eğitimde fırsat eşitliği ilkesinin yanı sıra ayrımcılık ile ilgili sorunların giderilmediği bir sistemin bütününün parçaları oluveriyorz toplumun her bireyi olarak. Özellikle yabancı uyruklu çocuklarımızın başta iletişim becerilerine engel olan dil desteksiz eğitim programlamalarının demokratik ve laik bir eğitim felsefesi olmadığını hepimiz bilirken; sessizliğimizle bu toplumu geleceğine zehir olabilecek durumları bizzat kendimiz yetersiz alt yapı ve planlamalarımızla hem ihmâl ediyor hem de zaman zaman istismar ediyoruz kim bilir? Oysa yürekleri sevgi dolu olan çocuklar aileleri de dâhil olmak üzere göç ettikleri ülkenin kurallarına uyum, yasalarına uyum, çevre yapısına uyum, toplumsal ve kültürel değerlerine uyum sağlamakla ilgili birçok güçlükle karşılaşmaktadırlar. KKTC’de son yıllarda yabancı dil eğitimi olarak Türkçe eğitimine ilişkin bir takım girişimler başlatılmaya çalışılsa da bu girişimler KKTC MEKB bünyesinde var olan bakanlık uzmanları ve personellerinin yetersizliği nedeniyle kalıcı ya da devamlılığı sağlanamayan bir sorun olarak hâlâ daha eğitim sorunu listesinde yer almaktadır. Bu çerçevede uluslararası çocuk hakları sözleşmesini kabul ediyor olan bir ülke olarak doğrudan ya da dolaylı olarak ülkedeki bu durumun toplumsal demokrasi ve insan haklarına ilişkin toplumu yanlış bilinçlendirdiğini de görmezden gelmemeliyiz. Eğitim kurumları toplumda adalet ve demokrasinin elçi görevini üstlenen miğferleridir. Eğitimde çocuk hakları ile ilgili şarkılar söylenmekte, şiirler okunmakta, kompozisyonlar yazılmakta, programlarda çocuklara ve topluma çocukların önemsendiğine ilişkin ifadeler yer almakta olsa da bu ifadeler bizim eksikliklerimizi, yanlışlarımızı ne yazık ki kamufle edememektedir. Yabancı uyruklu öğrencilerin ailelerinin bu topraklara dâhil edilmesi ile birlikte bu ülkede birçok sosyal haktan yararlanabilme hakları olduğunu bile bile bu ailelerin çocukları ile birlikte ulaşım, seyahat, sağlık ve eğitim imkânları dışında pek çok hizmetten dil ve kültür sorunu nedeniyle mağdur olduklarını özellikle 2020 yılında pandemi sürecinde tanıklık ettik. Açlık ve yoksullukla mağduriyet yaşayan birçok göçmenin toplumda duyarlı vatandaşlar ve sivil toplum örgütleri ile birlikte devletin belirli organlarının bu insanlara yardım eli uzatıldığı anlarda yaşadıklarına ortak olmamızla daha derin hissettik hatta. İnsanlığın stratejik anlamda nasıl algılandığını düşündüğümüzde bir toplumun dayanışma gerektiren olağanüstü durumlarda birbirine el uzatışı, yardım edişi ile toplumun insan kaynaklarına yatırım sağlandığının bilincinde olmakla da devlet yapılaşmasında özellikle adalet düzeninin eğitimle değer kazanacağını kabul etmeliyiz. Çünkü bu çocuklar özellikle ilköğretim çağında kendilerini ifade etmekle ilgili yeterli beceri kazanamadıkları için kimi zaman kendilerini yalnız hissetmekte, anlaşılmadıkları anlarda içlerine kapanabilmekte, akademik anlamda da gerçek başarı performanslarını sergileyememektedirler. Oysa pek çoğunun sanata, spora ve görsel sanatlara yönelik beceri düzeylerinin Türk eğitim sisteminden farklı bir eğitim sisteminden koparak ülkemize geldiklerini bu alanlarda sergiledikleri ürün ve performanslarına tanıklık edebilmekteyiz. Türk toplumun misafirperver olduğunu kültür değerlerinde pek çok turistin dile getirdiğini bilmekteyiz. Gerek Türkiye de gerekse Kıbrıs’ta yabancılara ilişkin ön yargıların çoğaldığını görmekteyiz. Nitekim dünya ülkelerinde pandeminin yaralarını son yıllarda ekonomik alım gücünün birey başına azalmasının da etkisi ile daha yoğun hissedebilmekteyiz. Toplumda yabancı uyrukluların ülkeye sağlamakta olduğu işgücü ve gelir getirileri görmezden gelinirken; bir takım sosyal haklardan yararlanmaları zaman zaman ülkede vatandaş olanlar tarafından hor görülebilmekte ve bu insanların bazı hizmetlerden istifade edememesine ilişkin toplumda sinsi bir ırkçılık akımının beslendiğini görebilmekteyiz. Dünyada kapitalizmin etkilerinde küreselleşmenin getirdiği bir diğer sorun ırkçılık olurken marjinal boyutta milliyetçilik akımlarının farklı ırklar ve dinlere mensup olan insanları dışladığı bir sorunun da akım şeklinde yaygınlaştığını göz önünde bulundurarak eğitim planlamalarına insanlıkla ilgili değerleri değerler eğitimi kapsamında hissedilir boyutta yerleştirmeliyiz. Nitekim değerler eğitiminden kastımız bu dersin bir ders adı altında olması değil; eğitim müfredatlarında öğretim programlarının felsefesine, eğitimi sağlayan öğretmen ve okul yöneticileri ile çalışanların felsefesinde yaşam biçimi haline gelmiş davranışları ile rol model sağlayacakları bir durumun oluşabilmesinden bahsediyoruz. Elbette bu da eğitimle ilgili okul kültürünü temel alan bir değerdir değil mi?
“Dünyanın en mutlu çocukları kimlerdir?” diye sorulduğunda dünyanın en mutlu toplumlarının en mutlu çocukları yetiştirdiğini belirtmek mümkün müdür? Mutluluk kavramının bile göreceli olduğu yaşamda çocuklar için, gelecek için yatırım yapacakları ile övünen politikacılar, aslında çocuk olmanın tadını bile tadamamanın sonuçlarını topluma yaşatmaktadırlar. Türkiye’de eğitim yapılaşmasında ilköğretim kademesinden itibaren özel eğitime ilişkin kurumlar arası işbirliği ve disipliner bir bakış açısı kültürü okullara entegre edilmişken elbette Türkiye bu günlere bir günde ulaşmadı. Ancak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne baktığımızda Türkiye’den henüz rehberlik hizmetlerine ilişkin sivil toplum hareketlenmesi yokken Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklerin 1978 yılından beri aktif hizmet sağlayan Kıbrıs Türk Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Derneği’nin özellikle rehberlik hizmetleri ile ilgili eksikliklere ilişkin siil toplum kuruluşu olarak örnek çalışmaları özellikle eğitimcilere farkındalık adına hizmetlerini devam ettirmektedir. Peki nasıl oluyor da Türkiye’de henüz böyle bir akım yokken sonradan geliştirilen ve değer gören eğitimde rehberlik hizmetleri ile ilgili neden KKTC’de bu alana ilişkin yasal temeller hâlâ daha oturtulmuş değildir? Rehber öğretmen adı altında boş dersleri dolduran, nöbetçilik yapmakla ilgili mesleki özelliklerinin sistemdeki yanlışlıklar nedeniyle ihlâl ediyor olması sadece bilinçsiz yöneticilerin etken olduğu bir sorun mudur? Elbette birçok konuda olduğu gibi rehberlik hizmetlerine yönelik yasal boşlukların olması rehberlik uzmanlarının öğretmen kadrosu içinde yer alması da apayrı bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Rehber öğretmenlerin okullarda okul müdürünün verecek olduğu rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri ile ilgili işleri yapması gerekirken bu öğretmenlerin özellikle ilköğretim kademesinde okullara eğitimde rahat nefes almayı sağlayıcı nitelikleri eğitimde öğretmen eksiklikleri nedeniyle boş dersleri doldurmak zorunda olmaları ne yazık ki bu alana ilişkin okul çevresinde de değersiz ve gereksiz bir meslek gibi algılanabilmektedir. Bu nedenle okullarda ailesi tarafından ihmâl edilen, istismara uğrayan çocukların araştırmaları çoğu zaman sınıf öğretmenleri ve okul idaresi ile sınırlı kalabilmekte ve bu yük okullarda bu sorunların okula huzursuzluk katabileceği endişesi ile çoğu zaman görmezden gelme, saklama ya da farkındalık yetersizliği nedeniyle ihmâl edilebilmektedir. Bu çerçevede KKTC’de özellikle devlet okullarında özel eğitime muhtaç olan çocukların haklarına ilişkin adeta köprü görevi gören rehberlik hizmetlerine yönelik başta bu iş ile ilgili reel çalışmalar yürüten güçlü ve gözle görülür çalışmalar üreten sivil toplum kuruluşları ile işbirliği sağlamak büyük bir ihtiyaçken bu sorunların havada bulut gibi kalması ülkenin geleceği adına büyük bir kayıp olduğu da bir gerçektir. Özellikle özel eğitim alanı ile ilgili bina ve öğretmen yetersizliği, özel eğitime muhtaç olan çocukların eğitim ve sosyal haklarına yönelik birçok özel çocuğun eğitim, sağlık ve sosyal yaşam haklarının zaman zaman dolaylı hatta bazen doğrudan ihmâl ve ihlâl edilmesi sorunu eğitim sorunları olmakla birlikte toplumsal sorunlar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunlara ilişkin talep ve şikâyetlerin sonuçsuz kalması ne yazık ki yine toplumda tükenmişlik ve var olan yanlışları doğru olduğu yanılgılarının algısal olarak toplumca normalleşmesi de ayrı bir sıkıntı olarak karşımıza çıkmaktadır. Özel eğitime muhtaç bireylerin ailelerinin, akrabalarının ve okul çatısı içinde öğretmen ve yöneticilerinin sürekli çocuğun özel durumuna ilişkin sonuçsuz ya da yetersiz hizmetler nedeniyle çaresizliklerine tanıklık edebilmektedirler. Bu çocukların ileri düzeyde engel yaşayan ailelerine KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı hizmetlerinin yetersiz kalması nedeniyle pek çok ailenin Güney Kıbrıs’ta Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlığı ile çocuklarına imkân sağlamak zorunda kaldığını biliyor muyuz? Daha sonra ülkede yaşanılan bu sıkıntılardan bi haber olan insanlar Kıbrıslı Türklerin kendi cumhuriyetlerine ve kendi devletlerine neden sürekli muhalifler diye sorular sorulurken belki de dünyanın diğer ülkelerinde olmayan bazı sorunlarımızı burada yaşamayanlarca anlaşılamaması da gayet normal karşılanmalıdır kim bilir? Şöyle ki eğer devlet denilen kavram belirli bir toprak parçası içinde bir araya gelmiş bir toplumun kanunlar ve hükümetlerce yönetildiği ve insanlık tarihinin varlığı kadar eski olan bir kavramsa, her devlet kendi yönetim ve demokrasi yapısına göre vatandaşlarına hizmet sağlamakla ilgili vazifeler üstlenmelidir. Nitekim bir ülkede devletin vatandaşa sağlaması gereken hizmetlerin yasal anlamda ibareleri anayasal çerçevede belirlenmişse bu hizmetleri talep eden yurttaşların beklentilerini doyurmak oldukça önemlidir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde özel eğitime farkındalık ya da özel eğitim kurumlarının hizmet sağlamasına yönelik eğitim işlerinden sorumlu olan bakanlık bir takım işlevleri sağlamakla ilgili çabalar sarf etse de özel eğitimin birim olarak ayrı bir birim olamaması ve bunun dışında yine mevzuat sorunları dışında eğitim bütçesinde özel eğitim hizmetlerinin yetersiz olması aileleri başta olmak üzere öğretmenleri de çoğu zamana çaresiz bırakmaktadır. Özellikle ada sınırları içinde imkânı olmayan ailelerden örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlığı olmayan Türkiye vatandaşı olan ailelerin çocuklarının özel eğitim ihtiyaçlarının karşılanmaması nedeniyle bu ailelerin çocuklarının eğitimleri için Türkiye’ye yerleştikleri veya bu hizmeti kendi imkânları ile çocuklarına sağlayabildiklerine tanıklık etmemiz mümkündür. Bunlar dışında veya geçim derdinden ötürü çocuğunu ihmâl etmekte olan ailelerin de olabildiğine tanıklık edebilmekteyiz. Oysa bu çocuklar normal akranları gibi öğrenme ve okul sürecini tadamadıkları gibi çocuk hakkı olarak gelişim düzeylerine göre çocukluk süreçleri bazen ölene kadar devam edebilmektedir. Özel eğitime ihtiyaçlı olan çocukların ailelerinin çocukları ile ilgili gelecek kaygıları oldukça yüksektir. Çünkü bu aileler çocuklarının devlet tarafından yeterli düzeyde korunamamaları ile ilgili olumsuz durumları süreci onlarla birlikte yaşayarak tanıklık etmektedirler. Pek çoğunun sosyo- ekonomik düzeyi düşük olmakla birlikte özel eğitim haklarına ilişkin farkındalıkları da yeterli olmayabilmektedir. Nitekim farkındalıklı olan veya olmayan ailelerin tümünde de çocuklarının gelecekleri ile ilgili kaygı ve endişeler yaşadıklarını görebilmekteyiz. sosyal medyada topluma güzel mesajlar vermek adına dünya çocuk hakları günü diyoruz, ardından engelliler haftası diyoruz, ardından kadın hakları, insan hakları vs. deyip reklamlar yapıyoruz ancak gerçek anlamda o toplumun gerçeklerinde tüm bu günlere ilişkin hiçbir sorun yokmuş gibi davranmak aslında toplumu yaralayan acılar olarak değerlendirilmelidir. Özellikle çocuk haklarına ilişkin özel eğitim sorunlarına ilişkin hiçbir sorun yokmuş gibi davrandığımızda veya bazı çıkarcı kesimlerce o çocukların reklam niyetiyle kullanılmasına göz yumarsak her zamanki gibi sorunlar orada durmaya devam edecektir. Çünkü o çocukların çocukluklarını yaşamalarıyla ilgili onlara hiçbir alt yapı, ulaşım, imkân sağlamayan kişilerin toplumda asıl engellere neden olan kaynaklar olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Dolayısıyla eğitim hizmetlerini almakla ilgili normal olanlardan farklı öğrenme yapısı nedeniyle eğitim hakları ihlal edilen bu çocuklarımızın gelecekleri ile ilgili kendi ayakları üzerinde nasıl kalabileceklerinin korkusuna sebep olan anlayışın nedeni çaresizlik değil; toplumsal bencillik ile çoğunluğun karar aldığı azınlıkların haksızlık mücadelesinde seslerini duyuramamalarıdır kim bilir?
Şöyle ki birçok şeyi popülist yaklaşımlarla rol model edinen Kıbrıslı Türkler eğitimle ilgili sorunları ifade eden insanların bu ülkeye olan sevgilerini de ne yazık ki zaman zaman farklı muhalif yorumlamalar olarak değerlendirebilmektedirler. Oysa bilim açık ve net yanlışı ortaya koyduğu gibi doğruları da savunur olmalıdır. Aksi takdirde bilgi toplumu olduğunu sanan Kıbrıslı Türkler bu yanılgıyla birçok değerini kaybetmeye de devam edecektirler. Sizce özel eğitim yetersizlikleri ile ilgili sorunlar eğitimcileri ya da toplumu mutlu eden bir tablo mudur? Peki, işine geldiğinde eğitim sistemi ile ilgili özellikle Finlileri örnek olarak bize sunanlar, eğitimi yöneten asıl yetkili kişiler Türkiye’de rehberlik hizmetlerinin gelişmesi ile birlikte özel eğitim alanında sağlanan gelişmelerle ilgili neden faydalanabilir projeleri hayata geçirmekle ilgili proje üretememektedirler? Bu sorunun cevabı sürekli maddi imkânsızlıklarla kapatılmaktadır. Kim bilir belki de bu sorunun da temeli eğitim felsefesinde merkeziyetçi yapının okulların kendi kararlarını üretmelerine engel olan bürokratik baskısıdır?
Az önce de belirtildiği üzere eğitimde çocuk haklarına ilişkin eğitim kurumları çocuklara haklarını öğrettiğine dair videolar yayınlamakta, posterler hazırlamakta, fotoğraflarda “çocuk hakları ile ilgili etkinlik yaptık” diye reklamları oynarken; çocukların çocukluklarının tadını bile almalarına engel olan sosyal yapılaşmaya bir göz gezdirmelidirler kim bilir? Eğitim kurumlarında çocukların çevrelerini tanımalarına fırsat sağlayan kaç okulu mevcuttur? Kaç okulda sosyal sorumluluk projeleri kapsamında okul çevresi içinde yer alan tarım, hayvancılık üreten toplum beklentisi ile çocuklara esnaf ya da zanaat ya da sanat faaliyeti sürdüren kimselerle işbirliği takım ilişkisini çocuklar tattırabilmektedir? Eğitim müfredatlarında var olan özel gün ve haftalarla ilgili çocukların gerçekten tat alabilecekleri bir zamanlamanın olmadığını ifade eden öğretmen sayımız kaçtır? Eğitimde öğretmenin asıl sözcü olması gereken eğitim sistemi ve eğitim yaklaşımları ile ilgili öğretmenlerin suskunluklarına sebep olan durumun nedeni sizce ne olabilir? Öğretmen öğrencinin sadece bilişsel, duyuşsal ya da psiko-motor becerilerinin gelişimini sağlayan bir araç mıdır sadece? Yoksa çocuğun sosyal duygusal zekâsı, işitsel ve dokunsal özellikleri ile öğrencisi için en iyi olanı keşfedip ona sunabilen bir tılsım mıdır? Öğretmenler kendi öğrencilerinin özelliklerine göre kendilerince bir müfredat; bir planlama yaparlarsa onların karşılaşacağı kolaylıklar ve zorluklar neden bugüne kadar ortaya konulması hususunda sessiz ve sonuçsuzdur?
Çocukların eğitim haklarına ilişkin her çocuğa eğitimde fırsat eşitliği sağlamak gerektiğini savunurken kapitalist düzenin tüm dünyaya etkilerini takip etmekteyiz. Ülkeler ekonomik anlamda eğitim finansmanı ile ilgili kaynak sorunlarını özel okulları çoğalttıkça gidermeyi hedefledikçe toplumlarda tabakalaşma ve ayrımcılık akımları çoğalmaktadır. Bu çerçevede her çocuğa eşit olmayan imkânlar sunulurken; parasız eğitim sloganlarının susturulduğu neo-liberalist düzenin ilk kurbanları çocukları için kaliteli eğitim arayışında olan aileler olmaktadır. Ekonomik gücü yetersi olan aileler devlet okullarında var olan imkânlarla çocuklarının eğitimlerini sağlarken bugün Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde özel okulların kalite farkının çocukların mesleki anlamda gelecekleri için büyük bir fark yarattığını hepimiz kabul etmekteyiz. oysa bir toplumun toplum ruh sağlığı ve toplum dengesinin ve huzurunun temelini eğitim kurumları sağlarken bu hizmetlerin politize edilircesine devlet kontrolünden çıkması da toplum yapısının özel güçler ve temelinde para ile değişiyor olduğunu da kabul etmiş bulunmaktayız.
Bunlar dışında çocukların hakları ile ilgili çocuklara okul ortamında 18 yaşına kadar çocuk sayıldıklarını, onların hiçbir şekilde ekonomik gelir getirici bir kaynak olarak kullanılamayacaklarını onlara derslerde aktarırken; Türkiye coğrafyasında yıllardır ailesini geçindirmek için küçük yaşta çocukların çiçek ya da mendil sattıklarını, baskülle dolaşarak para kazanmak zorunda kaldıklarını, çocuk işçiliğine maruz kalan çocukların ölümle burun buruna kaldıklarını, zaman haberlerde kimi zaman da canlı canlı yaşayarak gözlemlemekteyiz. Birçok çocuğun dilencilik yapmak zorunda kaldığını, bir fırıncının ya da bir makinistin yanında okul sonrası çalışmak zorunda olduğunu, kız çocuğu ise küçük yaşta kendi bakıma muhtaçken evde en büyük olduğu için küçük kardeşlerine bakmak zorunda kaldığını, dahası fiziksel anlamda şiddete maruz kalabildiklerini bilmekteyiz. Gerek adanın kuzeyinde gerekse Türkiye’de çocukların sosyolojik anlamda güvenliklerinin sıkıntı dolu olduğunu bilmekteyiz. İngiltere’de bir çocuk otobüs servisine küçük yaşta tek başına bindiğinde orada çocuğun devlet tarafından korunduğunu hissettiren bir iklimle karşılamaktasınız. Çocuğa yönelik herhangi bir yanlış eylemin ciddi suç olacağı korkusu toplumda yasaların etkisi ile toplumsal kültür edinilmiş norm değerinde değerlerdir de diyebiliyoruz. Dünyada milyonlarca çocuk açlıktan, soğuktan ve savaşlardan ötürü ölüme maruz kalmaktadır. Elbette bu durumları düşündüğümüzde kendimizi avutacak birçok bahane bulsak da Türkiye’de kız çocuklarının okutulmasına ilişkin sivil toplum hareketleri ile birlikte devlet politikalarındaki yasal baskılar toplumda kız çocuklarının değer görmesine büyük etki sağlamıştır. Kıbrıs’ta her ne kadar bu tür yapılaşmalara tanıklık edemesek de ailesi tarafından ihmal edilen çocuklara ilişkin okulların ve öğretmenlerin çaresiz kalması ciddi bir sıkıntıdır. Bu bağlamda ülkede fiziksel ya da duygusal şiddete maruz kalan, ailesi tarafından ihmal edilen çocukların korunması ile ilgili herhangi bir bakanlığın olmaması, bu yönde İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sosyal Hizmetler Birimi’nin de başta personel ve ekonomik yetersizliği ülkede gerçek anlamda kaç çocuğun ailesi tarafından ihmal edildiğini tespit ettirir düzeyde bir kuruluş değildir. Bu çerçevede son yıllarda çocuk cinayetleri, çocuk tacizleri, çocuk tecavüzlerinin yanı sıra ensest ilişkilerle ilgiili çocukların mağdur olduğu örnekleri basın ve medya aracılığı ile görebilmekteyiz. Toplum yapısında anne ve babanın boşanması nedeniyle taraflardan birinin çocuğun anne ya da babasını görememesine sebep olan durumlara ilişkin ceza alması gerek kişiler yerine boşanma sonucunun çocuğu cezalandırıldığı durumların her geçen gün arttığını da görmekteyiz. Ebeveynlerin boşanmaları sonucunda anne ile kişisel sorunları yüzünden birçok babanın çocuğuna babalık görevleri ile ilgili yapması gerekenleri yapmadığını, çocuğunu veya çocuklarını ihmâl ettiğini ve her geçen gün toplumda aile değerleri ve yargılarında kültürel yozlaşma yaşandığını da belirtmeliyiz.
20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü nedeniyle çocuklar düşündüklerini ifade etme özgürlüklerini anlattık. Onların isteklerini dile getirmeleri, bazı konularda tercih etme hakları olduğundan da bahsettik. Fakat teknolojik gelişmeler nedeniyle 12 yaşın altında birçok çocuğun sosyal medya hesabı olması nedeniyle dijital dünyanın yaşlarına ve gelişimleri gereği bilişsel, görsel ve duyuşsal anlamada algılayamayacakları birçok internet erişimine maruz kaldıklarını ve şiddet türlerini farklı bir biçimde duygusal anlamda yaşadıklarını görmezden geliyoruz. Birçok çocuğun ebeveyni ya da öğretmeninin çocuğun ailesinin rızası olmadan fotoğraflarının yayınlanmasının çocuk haklarını ihlal eden durumlar olduğunu hep unutuyoruz? Öyle ya çocuğun söz hakkı olduğu, ancak tehlikeleri bilmediği birçok tehlikeyi aslında biz yetişkinler onlara yapıyoruz kim bilir? Giyecek oldukları kıyafetlerin renklerini, moda açısından ne tür kıyafetlerin moda akımında rağbet gösterdiğini, çizgi sinemalarda ne tür karakterleri sevmeleri gerektiğini, kız- erkek cinsiyetine göre onlara ne tür tercihler yapmaları gerektiği ile ilgili fırsattan öte baskıyı sağlayan asıl dünyayı yöneten biz yetişkinler değil miyiz? Subliminal anlamda birçok cinsel uyarıya ve şiddete maruz kalmalarına sebep olan biz yetişkinlerin yarattığı güçler ve kaynaklar değil midir? O yüzden şimdi soruyorum size? Eğitim adı altında çocukların birçok cinsel uyarıcıya maruz kaldığı kitapları yazanlar biz yetişkinler değil miyiz? Çocukları ticari anlamda müşteri değeriyle değerlendirirken onların özellikle dijital ortamlarda çocuk haklarını ihlal eden biz yetişkinler değil miyiz? Türkiye’de her yıl normalleşen çocuk tecavüz ve çocuk katillerinin hala daha bitmediğini, dijital kaynakların çoğalmasıyla birlikte çocukların dijital korunma haklarının daha da bir gerekli olduğunu ve bu yönde dünyada birçok zorunluğun yaşandığını bilmekteyiz. Bu sebeple çocuklara ve ailelere bu tür konularla ilgili farkındalık ve eğitim vermek olduk a önemli bir ihtiyaç hâlini almıştır.
Dünya çocuk hakları sözleşmesine göre çocukları kaynak ve araç olarak gören bir zihniyette çocuk hakkı diye bir kavramın varlığına inancınız ne kadardır? Çocuğun doğumu ile ilgili doğası gereği doğması gerektiği tarih ve zamanda doğmasına müsaade etmeyen anne zihniyeti ve bu zihniyete evet diyen doktorlar ile yasal boşluklardan bahsediyor muyuz? Çocuğun anne veya babasını seçme hakkı olmadığını bilip anne ve babalıkla ilgili toplumda ebeveynlik ehliyetinin gerekliliğini hiç gündeme getirebiliyor muyuz? Öğretmenlerin hiçbir ayrım yapmadan çocukların gelişimlerine destek sağlaması gerekirken pek çok ülkede ırkından ötürü ya da dini inancından ötürü ayrımcılığa maruz kalan çocukların haklarını büyüdükçe travmatik bir kalıntı olarak ifade ettiklerini bile bile bu tür ince ve hassas sorunların oluşmasını engelleyici ne tür denetim gücümüz veya kaynaklarımız mevcut? Öyle ya yazılı sınavlarda öğretmenlik becerileri üst düzeyde olup sınavlarda yüksek başarı performansı gösteren pek çok başarılı öğretmenin aslında iyi bir öğretici bile olmadığını kabul etmek için öğretmenlik mesleğinin bir beceri mesleği olduğunu ve sürekli izleme, denetim ve gözlem gerektiren bir meslek dalı olduğunu ne zaman kabul edeceğiz? Yoksa fotoğraflar ve reklamlarda renkler ve güzel görüntüleri yapmak kolayken; sorunları ortaya dökmek neden bu kadar zor? Oysa fareler yaşadıkları binada küçük küçük deliklere kaçabilecek kadar küçük oldukları gibi hem pisliklerini mutfağa bırakmakta hem de mutfakta bizim yiyeceklerimize bizim rızamız olmadan ortak olabilmekte değil mi? kediler ise o zararı veren hayvanı biz onlardan yardım bile talep etmeden kendiliğinden fareleri avlamakta ve nedense o küçük deliklerden bir türlü içeriye girememektedir. Tıpkı yanlışların her deliğe kolayca girmesi, doğruların büyük kapılardan geçebilmesi gibi. O nedenle kimse kendini kandırmasın. Çocuğa değer veren bir toplum olsak da toplumda çocuk haklarına ilişkin çok ciddi eksiklikler ve çok ciddi yanlışlıkların suskunluğunu bu günleri anmamak bir utanç tepkisi ise; bu utançların yok olması için yasal anlamda var olan bir takım kanunların ve kararların topluma benimsettirici felsefelerin anlaşılması anlatılması ve aktarılması adına eğitim kurumları ve sivil toplum kuruluşlarına büyük görevler düşüyor. Hiçbir çocuğun taciz edilmediği, tecavüze uğramadığı, duygusal ya da fiziksel hiçbir istismara maruz kalmadığı, açlık ve yoklukla birlikte evsizlikten sokakta soğuktan donarak ölmek zorunda kalmadığı bir dünya diliyor herkes.
Kaynakça:
Akyüz, Emine (2000). Ulusal ve Uluslararası Hukukta Çocuğun Haklarının ve Güvenliğinin Korunması. Ankara: Milli Eğitim Basımevi.
ASPB, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, (2013). Ulusal Çocuk Hakları Strateji Belgesi ve Eylem Planı 2013-2017(2013). Ankara.
Avrupa Konseyi, (2016). Avrupa Konseyi Çocuk Hakları Stratejisi 2016-2021 (2016). Erişim: http://cocukhizmetleri.aile.gov.tr/data/5422b041369dc316585c0d87/Avrupa%20Konseyi%20Cocuk%20Haklari%20Strateji%20Belgesi.pdf , 01.11.2021.
Ballar, Suat (1998). Çocuk Hakları, Beta Basım Yayın Dağıtım.
Kulaksız, Y. (2014). Yoksulluk Bağlamında Çocuk İşgücü. ÇSGB Çalışma Dünyası Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, 91-111
Tuncer, B. (1976). Ekonomik Gelişme ve Nüfus. Ankara: Lider Matbaacılık.
Zeytinoğlu, S. (2001). Çalışan Çocukların İstismarı ve İhmali. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Yayın No: 113.