ŞİMDİ ÖĞRETMEN OLMAK, O SINIFLARIN BİRİNDE

Eğitim Bilimleri - Rasim BAKIRCIOĞLU

ŞİMDİ ÖĞRETMEN OLMAK, O SINIFLARIN BİRİNDE

Öğretmen olmak isterdim şimdi, o düşlediğim okulun sınıflarından birinde. Düşlediğim okulun sınıflarında çalışan tüm öğretmenler, adına gerçekten “çağın çağdaşı meslek öncesi ve meslek içi eğitim” denebilecek kapsamda ve nitelikte bir eğitimden geçirilmişler. Bu eğitimle ve öğretmenlerin özel çabaları ile geleneksel eğitimin köhne yöntem ve teknikleri, tümüyle silinip süpürülmüş sınıflardan. Ne durmadan dinlenmeden anlatıp dinletmeler kalmış ne de sürekli ezberletmeler. Okullarda öğrenim adına, amaçsız, ilkesiz, gelişimi ketleyen, öğrenme isteğini söndüren ne kadar uygulama varsa, bir bir ayıklanmış. Her sınıfta en çok 24 öğrenci bulunuyor. İkili, üçlü, taşımalı eğitim gibi tuhaf uygulamalar kaldırılmış.

Öğretmen, o ayrıcalıklı mesleğinin gereklerini tam olarak yerine getirmesini zorlaştıran parasal ve donanımsal yoksulluk ve yoksunlukların tümünden kurtarılmış. Öğretmenlik, her meslekten insana sağlıklı bir kişilik kazandırmak gibi anlamlı ve önemli bir görev niteliğini kazanmış. Bu yolla öğretmenliğin toplumsal saygınlığı, Atatürk dönemindeki düzeyine; ekonomik durumu da Japonya’daki öğretmeninkine eşdeğer kılınmış. Ayrıca ülkesindeki ve evrendeki değişim ve gelişimi sürekli izleyen, kavrayan ve o oluşumları yerli yerinde değerlendirebilen düzeye ulaştırılmış. Bu donanımı, onun hem halkın hem de öğrencilerinin gözündeki saygınlığını sürekli, canlı ve diri tutuyor.

Yetişmekte olan öğretmen adayları, üst yetenek düzeyindeki kişiler arasından seçilmiş. Bunlar, geleneksel eğitimin tüm zararlılarından, daha okul sıralarında uzak tutularak öğrenci odaklı eğitim ilkeleri doğrultusunda eğitilmişler. Her öğretmen adayı, meslek öncesi eğitimden geçirilirken, aynı zamanda iyi birer okur durumuna getirilmiş. Adaylar, okuma alışkanlığının, öğretmenliğin “olmazsa olmaz” koşulu olduğunu belleklerine adları gibi kazmışlar. Okuma alışkanlığı edinmemiş olan, okumayan bir öğretmenin, öğrencilerine okuma alışkanlığı kazandırmasının olanaksızlığını kavramışlar. Bu nedenle öğretmen adayları, ders uygulamalarının yanı sıra, kendilerini bilişsel ve duygusal boyutlarda besleyecek olan ulusal yazınımızın ve dünya yazınının önde gelen ürünlerini, daha okul sıralarında iken özümlemeye başlamışlar. Bunların yanında Çalıkuşu, Yeşil Gece, Karapürçek, Onuncu Köy, Vurun Kahpeye, Bozkırdaki Çekirdek, Toprak Uyanırsa, O, Ölü Ozanlar Derneği, gibi öğretmenlik üzerine yazılmış romanları; Bir Eğitim Mucizesi, Etkili Öğretmenlik Eğitimi, Başlangıçta Eğitim Vardı, Pedagojide İhtilal gibi öğretmenlik ufkunu genişleten yapıtları okumayı da temel görev bilinci içinde değerlendiriyorlarmış. Adaylar ayrıca en az bir gazetenin (bilgisayar aracılığıyla birçok gazetenin); bir yazınsal, düşünsel, mesleksel derginin sürekli izleyicisi imişler. Çalışkanlık, sürekli kendini geliştirme isteği, meslek sevgisi ve bilinci, bu adayların en belirleyici nitelikleri olarak dikkat çekiyormuş.

Öğretmen adayları ve öğretmenler, okumayı, ünlü romancı Maugham’ın 90. yaş gününde belirttiği ve aşağıda yer alan anlayış ve yaklaşımla değerlendiriyorlarmış.

“Ne zaman kendimi bir insana yakın hissetsem, içimden ona “Okumayı biliyor musunuz?” diye sormak gelir. Tabii gizli olarak. Okumakla basılı bir sayfayı alıp oradaki yazıları seslendirmeyi kastetmiyorum. Soruyla kastettiğim, sizi düşündürecek, görüş ve zevkinizi etkileyecek biçimde okuyup okuyamadığınız. İnsanlığın genel gelişim yolunu görüp onu izleyebilecek biçimde tarih, yaşamöyküsü, şiir, roman, bilim ya da din konusunda yazılmış eserleri okuyabiliyor musunuz? Erişebileceğiniz yerde o kadar çok birinci kaliteden okunmamış eser varken, zamanınızı niye değersiz şeylerle boşa tüketirsiniz? Kitaplar dünyası, bizim ancak bir köşeciğinin üstesinden gelebileceğimiz çok büyük bir dünyadır. Büyük bir kitaplıkta, en geniş anlamı ile bir toplum içindesiniz. Şu üstünlükle ki orada tanışma törenleri ve hoş karşılanmama olasılıkları yoktur. Orada büyükler, alçakgönüllülüğün en hası ile en küçüğün hizmetindedir.”

Öğretmen, artık Kriton Dinçmen’in deyişiyle “tüm vaktini bulvar kafelerinde yiyip içerek, boş konuşup, boş gülerek geçirmeyen”; doğru dürüst “okumayı, düşünmeyi, yazmayı bilen; iyi bir kitabın, iyi bir filmin, iyi bir tiyatro eserinin, iyi bir müziğin tadına varan amaçlı gençler yetiştirme” sorumluluğunu taşıyormuş.

Buradaki öğrenciler, yarış atı olmaktan kurtulmuşlar. Ne dershane kaygısı kalmış öğrencilerin kafasında ne de bir dizi eleyici uygulamaların yarattığı kaygı. Bunların yerini tümüyle geliştirici sisteme ilişkin uygulamalar doldurmuş. Başarının ölçütleri, baştan sona değişmiş. Başarılı olmak için, mutlaka birilerinin omzuna basmak zorunda kalmak gibi çirkinlikler, yerini, herkesin sürekli olarak kendini aşmaya çalışması biçimindeki onurlu yarışa bırakmış. Bu değişimle birlikte bir zamanlar bilinmeyen, kendini ve başkalarını sevmeye, özsaygısı edinmeye elverişli eğitim ortamı yaratılmış. Çocuklar ve gençler, erinç ve mutlulukla tanışmaya ve bu duyguları yaşamaya başlamışlar.

Tüm sınıflarda, gürül gürül bir öğrenme ve gelişme coşkusu yaşanıyormuş. Her aşamadaki eğitim, öğrencilerin etkin katılımıyla sürdürülüyormuş. Sınıflarda kimi, öğrenci öğretmen; kimi de öğretmen, öğrenci oluyormuş. Öğrenciler derslerde, belli bir düzen içinde coşkulu tartışmaların, araştırma ve incelemelerin, sorun çözme uğraşlarının, yaratıcı çabaların peşindeymişler. Her öğrenci, kimi bir başına; kimi de küme içinde, sevdiği bir öğrenme etkinliğinin, bir tasarımın içinde yer alıyormuş. Öğrenciler, kendi ilgi ve yetenekleri doğrultusunda istedikleri doyuma ulaştıkları için ne itişip kakışmaya ne de başka bir olumsuz davranışta bulunmaya gerek duyuyorlarmış. “Sorunu görme ve sorunu çözme” biçiminde algılanan bu eğitimde bilgi, mutlaka bir sonuca odaklandırılıyormuş.

Okullarda dışsal denetime dayalı disiplin anlayışının yerine, öğrencinin “özdenetim” geliştirmesine önem veren bir anlayış egemenmiş. Her öğrenci, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinden, en üst düzeyde yararlandırılıyormuş. Geleneksel eğitim anlayışının baskın olduğu dönemde yaşanan disiplin olayları şimdi, yüzde doksanlar düzeyinde bir düşüş göstermiş. Eğitim, öğrencileri, belli kalıplara sokmaya uğraşmak gibi sapmalardan tümüyle arındırılmış. Her öğrenci, “kendi olma” yolunda güvenli adımlarla ilerliyormuş. Gerektiğinde, başkalarıyla belli bir düşünce çevresinde güç ve eylem birliğine girişmede ve bu girişimi başarıya ulaştırmada zorlanmıyorlarmış.

Öğretmen, sahneyi bu okulda, asıl sahiplerine, öğrencilere bırakmış. Öğrenciler, sahnedeki öğretmenin izleyicileri olmaktan çıkarılmış. Gerçek oyuncularına kavuşmuş, sahne. Öğretmen de kendine en uygun olan rolü; “oyunu sahneye koyma” işlevini üstlenmiş. Öğretmen, eskiden söyleyip de bir türlü başaramadığı şeyi şimdi, tam bir yetkinlikle uyguluyormuş: Öğrenim sürecinde “çok konuşmuyor; çok konuşturuyor”; öğrencilerinin ele aldığı konuyu tam olarak kavramalarına ve yaşama uygulamalarına önem veriyormuş. Öğrencilerine “esnek”, “hoşgörülü”; ama “tutarlı ve kararlı” davranıyormuş.

Öğretmen, artık Erikson’un belirlediği “İnsanın Sekiz Çağı”ndan da; insancı eğitimin üç özelliğini oluşturan “insana saygı”, “içtenlik ve dürüstlük” ve “eşduyum”dan da öbür kişilik kuramlarından da haberliymiş. Dahası onun, bilişsel ve duygusal tüm yaklaşımları, nerdeyse gözü kapalı uygulayabilecek düzeyde içselleştirmesi sağlanmış. Sınıfta öğrencilerine her fırsatta, her insan gibi eşsiz olduklarını duyumsatıyormuş. Onlara kendi kararlarını kendilerinin verme haklarını ve kararlarının sonuçlarına katlanma sorumluluklarını; daha da önemlisi, kendilerini gerçekleştirme yeteneğine sahip olduklarını, yaşatarak öğretiyormuş.

Bu yeni okulda, “kafaları çok bilgiyle doldurma kaygısı”, yerini “öğrenmeyi öğrenme” isteğine bırakmış. Sözün kısası, öğrenciler artık adıyla sanıyla “öğrenci odaklı eğitim” ilkelerine göre eğitiliyorlarmış. Ülkenin tüm eğitim kurumları, yaşamla bütünleştirilmiş. Eğitim kurumları, bütün bu yaklaşım ve uygulamalarla sevilen, özlenen, koşa koşa gidilen yerler durumuna gelmiş.

Şimdi, o sınıfların birinde öğretmen olmak vardı!..

Ne dersiniz; bir düşlem olarak kalmaya yargılı bir düşünce ve özlem midir bu yazdıklarım, yoksa gerçekleşebilecek bir düş mü? Benim kanım, gerçekleştirilme olasılığı çok yüksek bir düştür bu. Şu aşamada, çağın çağdaşı bir toplum konumuna erişmenin, bu nitelikteki eğitimi uygulamaya koymaktan başka bir yolu bilinmiyor. Bunlara çok yakın bir eğitimi uygulamaya koyan ülkeler var, bu dünyada. Devede kulaktan az da olsa ülkemizde de bu yolda adımlar atıldı, atılıyor. Öyleyse bu anlayış doğrultusundaki eğitim uygulamalarını ülke düzeyinde başlatmak için birilerini ve bir şeyleri beklemek yerine, herkes, kendi payına düşen sorumluluğun bilinci ve elbirliği ile yola çıkmalıdır.

Rasim BAKIRCIOĞLU