PROF. DR BAKİ DUY İLE YABANCILAŞMA VE PSİKOLOJİK SAĞLIK ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Hasan Güneş: Hocam öncelikle Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi adına söyleşi talebinizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Hocam kısaca kendinizi tanıtır mısınız.
Baki Duy: Ben teşekkür ederim, bu önemli konu hakkında söyleşi yapma fırsatı verdiğiniz için. Ankara doğumluyum ve lisan eğitimi Ankara’da Hacettepe Üniversitesinde, Psikolojik Danışma ve Rehberlik lisans programında tamamladım. Mezuniyet sonrası MEB tarafından verilen yurtdışı lisans üstü bursu kazanarak, ABD’de New York eyaletinde bulunan St. John’s Üniversitesinde, okul psikolojik danışmanlığı programında Yüksek Lisans eğitimimi tamamladım. Yurt dışı sonrası doktora eğitimimi Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsünde Rehberlik ve Psikolojik Danışma bilim dalında tamamladım. Akademik hayata Malatya İnönü Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak başladım, doktora eğitimim sırasında 4 yıl kadar Ankara Üniversitesinde görev yaptım, Şubat 2013 tarihine kadar İnönü Üniversitesinde yardımcı doçent kadrosunda hizmet verdim. 28 Şubat 2103 tarihinden bugüne değin de Anadolu Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Rehberlik ve Psikolojik Anabilim Dalında görev yapmaktayım. Evliyim, iki Ecem ve Yağmur isminde iki güzel çocuğum var. Kendimi çok daha fazla tanıtabilirim, ama uzun sürer, sanırım bu kadarı kâfi.
Hasan Güneş: Yabancılaşmayı kendi olamama, yalnızlık, anlamsızlık duyguları bakımından ele alıp psikolojik sağlık ile bağını kurabilir misiniz?
Baki Duy: Bu konuda küçük bir araştırma yaptınız sanırım. Aslında yabancılaşma ile kendi olamama, yalnızlık ve anlamsızlık duygularının hepsi birbiriyle ilişkili kavramlar. Dolayısıyla yabancılaşma ve ilgili olduğu diğer kavramlar da ruh sağlığı ile ilişkili olabilmekte. Yabancılaşma kavramından en çok söz eden kuram olan Varoluşçu Psikoterapi kuramı ruhsal zorlanmanın temel nedenlerinden biri olarak bireyin kendisine yabancılaşmasını görür. Rollo May “Kendini Arayan İnsan” isimli yapıtında insanın ona sürekli nasıl biri olması, düşünmesi, ne yapması gerektiğini söyleyen toplum karşısında kendisi olabilmesinin, kendi varoluşunu yaşamasının zorluğundan, bugünün insanının kendisi var edememesinden dolayı yaşadığı boşluktan söz eder. Ona göre yalnız kalmamak adına, toplumsal kabulü sağlayacak biçimde davranış, ancak bunun bedeli kendine yabancılaşma ve varoluş kaygısıdır. Toplumsal kabulün çok daha önemsendiği toplumumuzda bu kabulü sağlamak adına bizlerin ödediği bedel çok daha yüksek olsa gerek. İronik bir biçimde kişinin kendi varoluşunu yaşaması için yalnızlığı da göze alması gerekmektedir. Bu neredeyse kaçınılmaz bir süreçtir. Evet, yalnızlık duygusu duygusal olarak acı veren, nahoş bir duygudur, ancak kişinin kendi olabilmeyi göze alabilmesi, kendi varoluşunu yaşaması için de bu acıyı göze almalıdır. Toplumsal kabulü sağlamak için uğraşan birey belki toplumla birlikte olabilir, onlarla uyum sorunu yaşamayabilir, ancak belki daha da zorlayıcı olan kendisine yabancılaşma ile karşı karşıya kalabilir. Yaşanılan yabancılaşmaya anlamsızlık eklendiğinde sadece varoluşsal kaygı yaşanmakla almayıp, muhtemelen ona depresyon da eşlik edecektir. Şunu söylemeliyim ki Varoluşçu Kuramcılar bu tür klinik tanımları kullanmazlar, hatta reddederler. Anlamsızlık deyince V. Frankl akla gelir kaçınılmaz olarak. Ona göre her birey anlam arayışındadır. Kişinin varoluşuyla uyumlu bir anlam oluşturamaması ruhsal sorunlarla sonuçlanır. Birey tama olarak anlam veremediği, adını koyamadığı bir içsel boşluk hisseder. Buna batı toplumundan hareketle Pazar sendromu adı koymuştur Frankl. Anlamı bulmak pusulaya sahip olmak gibi bir şeydir; bize yol gösterir, rehberlik eder. Aksi halde mış gibi yaşam sürmek söz konusudur ki bu da uzun vadede ruhsal sorunlara zemin hazırlar.
Hasan Güneş: İhtiyaçlar hiyerarşisi piramidi bağlamında yabancılaşma, psikolojik sağlık ve halen geleneksel özellik taşıyan ülkemiz gerçekleri bakımından konuyu ele alabilir misiniz?
Baki Duy: Yabancılaşma kavramını A. Maslow’un kendini gerçekleştirme güdüsü ile ilişkilendirmeye çalışayım; her ne kadar doğru bir ilişkilendirme yapacağımdan emin olmasam da. Maslow insanın doğuştan getirilen tek bir güdüye sahi olduğunu söyler: Kendini gerçekleştirme güdüsü. Kendini gerçekleştirme güdüsünü de ihtiyaçlarla ilişkilendirir. Piramidin en altında fizyolojik ihtiyaçlarla başlar, en piramidin en üstünde bilme, anlama, estetik, tinsel ihtiyaçların olduğu kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarıyla son bulur. İhtiyaçlar daimi olacağı için, kendini gerçekleştirme güdüsü de süreğenlik kazanır. Piramitte ait olma, sevgi ihtiyacı da bulunmaktadır. Yabancılaşma duygusu yaşayan birey içinde yaşadığı sosyal gruba, topluma yabancılaşma yaşadığında doğal olarak aidiyet duygusunu tam olarak doyuramayabilir. Dolayısıyla bu kişi bu ihtiyacını yeterince doyuramadığında kendini gerçekleştirme güdüsü de doyurulamamış olacaktır. Geleneksel yapıya sahip toplumlarda genelde tek tip kişilik, insan tipi istendiktir ve toplumsal dinamikler de bu yönde çalışır. Bu bağlamda kişinin kendisine özgü, biricik bir kişilik geliştirmesine çok müsaade etmez. Bireyi toplumsal değerlerin, kıstasların çizdiği sınırlar içinde kalmaya, kendisini düzenlemeye zorlar. Bu olduğunda bireyler genelde iki tercihten birini seçer; ya baskıya boyun eğip sürünü bir parçası olur ya da kendini gerçekleştirmeye, var etmeye yönelir ve bedel olarak toplumsal yabancılaşma yaşar. Birey bunu ruhsal anlamda ciddi zorlanma olarak yaşar, depresyon gibi ruhsal sorunlara kadar gidebilir. Ancak bireyin güçlü bireysel ve sosyal kaynakları varsa bu zorlanmayı ya daha düşük düzeyde yaşar ya da daha kolay baş eder.
Hasan Güneş: Müfredat programımızda 1980’den sonra ve bugün dahi neo-liberal ve dini, muhafazakar öğelerin hakim olduğu bilinen bir gerçektir. Bu anlayış da bir ölçüde sadece süperegonun gelişimini gündeme taşımaktadır. Bu düşüncenin Freud’un kişilik kuramı bağlamında yabancılaşma ve psikolojik sağlık açısından sonuçları ne olabilir?
Baki Duy: Umarım soruyu doğru anlayarak yanıtlarım. Freud’un bilinen psikanaliz kuramında kişiliğin üç temel öğesinden söz eder: İd, ego ve süperego. İd bizim biyolojik, ilkel, meraklı, heyecansal, dürtüsel ve doğal yanımızı, ego gerçekliği dikkate alan bilişsel yanımızı ve süperego da değerlerin, ahlakın, vicdanın olduğu sosyal yanımızı temsil eder. Sağlıklı bir yetişkin kişilikte bu üç ego durumu dengeli durumdadır ve duruma göre etkin olma durumu değişir; ne id, ne ego, ne de süperego baskındır. Geleneksel, dini motiflerin hakim olduğu öğretim ortamı doğal olarak süperegoyu daha baskın kılmaya hizmet edecektir. Süperego çok geliştiğinde oldukça katı, ahlakçı, baskıcı ve cezalandırıcı bir kişilik ortaya çıkacaktır ki bu sağlıklı bir gelişim değildir. Süperegonun başat olması kişiliğin diğer iki yapısının dışlanmasını, baskılanmasını beraberinde getirir ki sanırım bu da kişinin kendi içinde yabancılık duygusu yaşamasına neden olabilir. Freud’un tedavi ettiği ilk hastaları histeri sorunu yaşayan kadınlardır. Muhtemelen o dönemin kadını ikinci sınıf kılan Avusturya toplumunda bu tutumu, muameleyi kabul etmeyen kadınlar, bir ruhsal tepki olarak histeri geliştirmişlerdir. Elbette o zamanki tüm histeri vakalarını bu şekilde açıklamak doğru olmaz, ancak bir kısmı bu yabancılaşma ile ilgili olsa gerek diye düşünüyorum. Bugün için artık histeri tanımlaması yok. Onun yerine bu yabancılaşma kendisini depresyon, kaygı bozuklukları şeklinde gösterebilecektir.
Hasan Güneş: Sosyolojik bağlamda gelişmiş ülkelerin toplum üyelerinin ülkemize göre birey olma özellikleri daha baskın olduğu bilinen bir gerçektir. Bu anlayışa göre ülkemizdeki yurttaşların halen birey olamama niteliklerinin sonucu olarak yabancılaşma ve psikolojik sağlıkla bağını kurabilir misiniz?
Baki Duy: Gelişmiş toplumlar sizin de söylediğiniz gibi bireyin kendisi olmasını, özerkliği, bireyciliği daha çok desteklemekte. Bu toplumlarda bireyin kendi olabilmesi, kendi varoluşunu yaşayabilmesi daha mümkün. Bu da doğal olarak bireyin yaşamdan daha çok doyum almasını ve sağlıklı ruhsal yapıyı mümkün kılacaktır. Türkiye toplumu maalesef bu konuda olması gereken düzeyin halen gerisinde. Ne ailede ne okulda ne de diğer sosyal ortamlarda kendimizi tam olarak ifade edemiyoruz, varoluş sorunları yaşıyoruz. Bu da akabinde daha önce söylediğim gibi yaşamı anlamlı kılmayı zorlaştırmakta ve kişi bunu ruhsal sorunlar olarak iç dünyasında yaşamaktadır. Yaşam soluklaşmakta, rengini kaybetmekte. Bu durum ileri düzeye eriştiğinde, kronik şiddetli depresyona ve intihara kadar gitme riskini taşıyabilir.
Hasan Güneş: Alfred Adlerin kişilik kuramına göre “yaşam biçiminin” ülkemiz insanın yabancılaşma ve psikolojik sağlık açısından konuyu ele alabilir misiniz?
Baki Duy: Bu başlıkları nasıl ilişkilendirebilirim emin değilim, ancak elimden geldiğince ilişki kurmaya çalışayım. A. Adler, ailedeki erken dönem yaşantılara dayalı olarak yaşamın ilk 5-6 yaşlarına kadar yaşam biçiminin oluştuğunu ve bundan sonraki kararların, seçimlerin bu yaşam biçiminden etkilendiğini ileri sürer. Ona göre yaşam biçiminde nüfuz eden bazı hatalı düşünceler vardır. Bu hatalı düşünceler çoğunlukla aile içindeki erken dönem yaşantılardan ve diğer büyük olaylardan etkilenmektedir. Ör., ailede yeterince değer, sevgi ve kabul görmeyen bir birey, kendisinin kusurlu, kötü, değersiz olduğu düşüncesini geliştirebilir. Sonraki yıllarda yaşanılacak bir yabancılaşmanın altında bireyin olumsuz erken dönem yaşantılarına dayalı olarak oluşan hatalı yaşam biçimi olabilir. Aile nihayetinde toplumun değerlerini çocuk yetiştirme çerçevesinde çocuğa sağlıksız biçimde aktardığında hatalı yaşam biçimi geliştirilebilir ve sonrasında yabancılaşmaya kaynaklık edebilir.
Hasan Güneş: Bilindiği gibi demokrasi en çağdaş yaşam biçimidir. Bu anlayışa göre ülkemizde siyasi iktidarın uyguladığı yönetim biçimi bağlamında yabancılaşmayı ele alabilir misiniz?
Baki Duy: Mevcut iktidarın söylem ve uygulamalarına bakıldığında, kendisi gibi düşünmeyenleri açık biçimde ötekileştirdiğini, hatta bazen hedef gösterdiğini, açıkça reddettiğini görmekteyiz. En son bunu LGBTİ+ bireylere yönelik söylemlerde gördük. Dolayısıyla mevcut iktidarın bu ayrıştıran, reddeden, ötekileştiren yaklaşımı toplumdaki yabancılaşma duygusunun çok daha fazla sayıda kişi tarafından yaşanılmasına yol açtığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bir zamanlar mevcut siyaset tarafından öteki olarak görülen mevcut siyasi yapının, aynı şeyi fazlasıyla yapması da büyük bir çelişki olarak karşımızda durmakta.
Hasan Güneş: Hocam Nirvana Sosyal Bilimler sitesi adına yaptığımız söyleşiye katkınız için teşekkür eder, saygılar sunarım.
Baki Duy: Bu keyifli söyleşi için ben teşekkür ederim.