YOKLUĞUN ÇIĞ DÜŞÜREN SESSİZLİĞİ

Yaşam Bilimleri - SERPİL ARI YILMAZ

YOKLUĞUN ÇIĞ DÜŞÜREN SESSİZLİĞİ

Ana kalk! Ana! Ana!
Sitem’den garip garip hırıltılar geliyor.
Uyumuyor da yatağın da ağlamıyor da bir tuhaf Ana, Sitem!
Cayır cayır yanıyor sanki!
Elimi, alnına koydum. Elim sanki tutuştu Ana!
Yatağından fırlayan Hicran, Sitem’in beşiğine koştu hemen.
Nefes almakta zorlandığı için ağlayamıyordu Sitem. Derinden nefes almaya çalışıyor, hırıltı ile karışık sesler çıkarıyor ama sonra mecali kalmayıp bitkin düşüyordu. Hicran, elini alnına koyduğu an çığlığı bastı Sitem bebek!
Hicran hemen kucağına aldı Sitem’ini
-Yanıyor benim yavrum!
-Ateşler içinde yanıyor!
-Çabuk!
-Su getir bir tas Ayşe!
Ayşe fırladığı gibi dışarıya çıktı.
Anasının kokusunu aldığından mıdır?
Canının mecali kalmadığından mı?
Sitem var gücüyle bas bas bağırmaya başlamıştı o an. Çığlık çığlığa çıldırırcasına bağırıyordu. Kucağında bebeğiyle bir sağa bir sola giden sırtını sıvazlayarak pişt pişt pişt diye anlamsız sesler ile teselli bulmaya çalışan Hicran, bir an ne yapacağını bilememişti. Sitem’in sesine uyanan Baba’da yatağından fırlamış Hicranın yanında soluğu almıştı. Bebeğin ağlama sesi çok geçmeden bütün kızları da uyandırmıştı. Sabah olmak üzereydi ama etraf hala karanlıktı. Evin bütün Işıkları yanıyordu. Ayşe, bir tas suyu getirdi. Anası beşiğine yatırdı Sitem’i, suya batırdığı bez parçasını alnına koydu. Alnına değen bez parçasıyla beraber çığlıkları da arttı Sitem’in.
Hicran ağlamasına kulak asmadı. Ateşini düşürmek için çabalıyordu. Bir yandan da üzerinde bir önce ki kızından kalma zıbınını çıkarmaya çalışıyordu. Bebek’te olsa büyükte olsa bir kıyafet bir öncekine miras kalırdı köy yerlerinde. İlk doğandan sonra doğan muhakkak bir öncekinin elbiseleri ile büyürdü...
Alnına koyduğu ıslak bez parçası da üzerinden çıkarttığı, zıbın da işe yaramamıştı. Hicran bir türlü düşüremiyordu Sitem’in ateşini. Çığlık çığlığa ağlamaktan bitap düşmüştü Sitem. Hicran korkuyordu zavallı Sitem’ine bir şey olmasından. İçinde inceden bir sızı hisseti bu sebeple. Analar, hisseder çünkü kötü bir şey olduğunda ya da olacağında, kalplerine nedensiz bir acı gelip batıp batıp çıkmaya başlar. Hicranda da durum böyleydi. Güçlü bir kadın olmasına rağmen kalbinde ki acı gözlerine hücum etmişti. Ne kadar kendini tutmaya çalışsa da tutamamış ve en son boşalıvermişti gözlerinden yaşlar. Tutamıyordu kendini minicik bebeğinin böyle mecalsiz ateşler içinde yanışına dayanamıyordu ve bırakmıştı kendini sonunda. Kaptı bebeği beşikten koştu dışarıya, bağdaş kurdu yere, yatırdı dizine Sitem’i ve tas tas su dökmeye başladı bebeğine!
Bu ateşin düşecek Sitem!
Düşecek bu ateş!
diye kendi kendine mırıldanıyor bir yandan da suyu dökmeye devam ediyordu. Bebek var gücüyle bağırıyordu. Minik bedenine değen su adeta bir kor etkisi yapmış gibi bademciklerini yırtarcasına bağırtıyordu bebeği! Üstü başı sırılsıklam olmuştu Hicran’ın, şalvarının üzerine dökülen sularla... Gözyaşları şalvarından dökülen yaşlara karışmıştı. Bir yandan söyleniyor! Bir yandan ağlıyor! Bir yandan bebeğe su döküyordu! Bebek, bas bas bağırıyor! Hicranın kulakları uğulduyordu! Ama artık Duymuyordu sesini bebeğin!
Kocası da arkasından dışarı fırlamıştı Hicran’ın...

Kocasının gözleriyle buluştu o an gözleri Salih gözyaşları yanağından süzülüp giden Hicran’ı bu durumda görünce kahrolmuştu.
Salih Hicran’ın ağlamasına dayanamazdı ki... Zaten Hicran’ı da ağlarken çok nadir görmüştü evlilikleri boyunca.
-Ağlama dedi! Her an kendisi de ağlamaya hazır bir ses tonunda. Hicranla yine göz göze geldiler.
-Ne yapacağız diyebildi Hicran.
-Bu ateş düşmüyor.
-Elimden başka da bir şey gelmiyor.
-Doktora götürelim Sitem’i yoksa bu işin olacağı yok.
-Düşmeyecek bu ateş...

Hicran, köylerinde daha önce şahit olduğu olayları hatırlıyordu. Yüksek ateşi önemsemeyip doktora götürülmeyen bebeklerin başlarına gelenleri...
Kaç bebek bu yüzden havale geçirip hayatlarına birer engelli olarak devam etmek ya da hepten bu dünyadan gitmek zorunda kalmıştı.
Hicran, bunları düşündükçe yüreğinde ki kor daha daha alevleniyordu...
İlk defa kocasına ismi ile hitap etmişti bunca yıllık evliliklerinde.
-Salih dedi bir an! ağzından istemsizce çıkmıştı bu kelime.
Kendiside şaşırmıştı ama işin içine evlat girince umrunda değildi hiç bir şey. Utanırdı Salih demeye çekinirdi! Ayıplanırdı çünkü kocaya ismiyle hitap eden kadın!
Salih şaşırmıştı.
İlk defa Hicranın ağzından adını duymanın mutluluğunu ve aynı zamanda endişesini taşıyordu.
-Bir şeyler yap Salih dedi.
Salih mutluluğu ve hüznü aynı anda yaşıyordu.
-Salih beni duymuyor musun?
Diye var gücüyle bağırdı Hicran.
Salih, irkildi ve o an çaresizce ne yapabilirim diye düşünmeye başladı.
Çünkü; babası Osman Ağa ile son yaşadıkları Ayşe’nin okula gitme olayından sonra Osman Ağa zapt olmamış ve elinden gelen bütün kötüleri yapabilmek için seferber olmuştu.
Salih’i evlatlıktan reddetmiş!
Yıllardır, gözü gibi bakıp yetiştirdiği bütün bağını bahçesini bir elinden almış ve oğlu Salih’i bir parça ekmeğe muhtaç olabilmesi için elinden geleni yapmıştı.
Gelini Hicran’a olan hiddeti bir türlü dinmek bilmemişti.
Ayşe’nin elinden tutup okula götürdüğü gün okulun önünde önlerini kesmişti kayınbabası Osman Ağa. Ama Hicran dişlerini sıkarak çekil yolumdan deyip Kayınbabasını tepelemiş kızı Ayşe’yi öğretmenine teslim etmişti.
Bunun üzerine bu olayı şeref meselesi haline getiren Osman Ağa elinden geleni ardına koymamıştı. Ve koymamaya da devam ediyordu. Düşmanı bilmişti gelini Hicran’ı ve ona destek olan oğlu Salih’i.
Oğluna ve gelinine savaş açmıştı.
Salih, cebinde beş kuruş para olmamasının mahcubiyetiyle Hicran’ın bir şey yap Salih sorusuna cevap vermedi.
Üzerini giydiği gibi kendisini dışarı attı.
Ne yağacağım ben Allah’ım? ne yapacağım? Diye düşünürken...

Büyük abisi Mehmet’in kapısını çaldı.
Ev, halkı uyuyordu. Hemen açan olmadı kapıyı. Daha şiddetli vurmaya başladı Salih kapıyı.
-Kim o! diye abisinin sesini duydu.
-Benim ben, Salih aç hele kapıyı.
-Salih!!! dedi bir ses ve kesildi. Az sonra köyün ikinci demir kapısı olan kapı açıldı. İlk Demir kapı da babası Osman Ağa’nın kapısıydı. Çünkü Zenginlik kapıdan belli olurdu bu tür küçük yerlerde...
İlk Demir kapı, köye gelip Osman Ağa’nın tahta kapısı sökülüp takılınca...
Kendi arasında konuşan köylüler “vayyy içeride ne var ki! Bu kapıyı taktırdı bu adam diye” günlerce kendi aralarında konuşmuştular...
Kimisi hazineye...
Kimisi görgüsüzlüğe...
Kimisi Ağa kapısı olacak o kadar’a yormuştu bu olayı.

-Hayırdır lan! Bu, saatte burda ne işin var dedi Mehmet Ağa...
Bir gözü açık bir gözü yarı kapalı yüzünü yamultarak, göbeğini kaşıyaraktan...

-Mehmet ağam sana bir işim düştü. Çok zor durumdayım bana yardım edeceğini düşündüğüm için burdayım.
Sitem’in ateşi çıktı.
-Sitem ne lan!!!
-Benim en küçük, yeni doğan kız ağam...
-Ne biçim isim lan bu!!! Başka isim bulamadın mı? Sen kime çektin oğlum böyle? Ama biliyorum ben! Hep o karın olacak çeşit’in işleri bunlar...
Salih seslenmedi, ağabeyinin bu sözlerine devam etti konuşmasına...

-Ne yapsak düşüremedik ateşini! Hastaneye götürmemiz gerek ve bende kuruş para yok!
Biliyorsun elimde avcum da ne varsa babam el koydu. Mahsulüm yetişip geldi ben baktım, ben emek verdim ama şimdi önünden geçemiyorum. Bir birikmişim de yok kazandığım ancak yetiyordu bize, fazlası hep babama gidiyordu biliyorsun.

Mehmet Ağası, sadece yüzüne bakıyor. Salih’i hiç dinlemiyordu bile. Hazırdı çünkü söyleyeceği sözler... O sebeple Salih’in bir an evvel susumasını bekliyordu.

-Abi dedi Salih, Abi kapına geldim bana yardım et!
Bana biraz borç para ver çalışıp çabalayıp en kısa zamanda öderim sana. Hiç kaygılanma. Derin bir hüzün çökmüştü Salih’in yüzüne bu yaşına kadar ilk defa birisinden bir şey istiyordu. Bu istediğinin abisi olması da daha çok canını yakıyordu. Çünkü Osman Ağa çocukları arasında hep ayrım yapmış Salihi çocukluğunda da yetişkinliğinde de hep hor görmüştü. Oysa en utanmasını bilen, en dürüst, en çalışkan, en çalıp çırpmayan oğlu Salih olmuştu hep...
Ama hep öyle olmaz mıydı hayatta? Daha fedakarlar, daha yapıcılar, daha tahammüllüler hep daha fazla yıpratılmaz mıydı?
Salih’te bu evin fedakarı olarak cefa çekmeye babası tarafından çocukluğundan beri mahkum edilmişti.
Davut Ağadan, Osman Ağaya, Osman Ağadan da Büyük Oğlu Mehmet Ağaya geçmişti kötü genler!

-Ne borcu lan! Ne yardımı!
-Alamanya ya gidip para kazanıp mı ödeyeceksin sonra züğürt....
-Sen kim borç ödemek kim?
-Bu günü düşünüp babamıza ona göre davranacaktın ulan!
-Bak nasıl geldin kapımıza!
O, karın olacak çok bilmiş yılanın dilini kopartabilseydin eğer bunlar başına zaten gelmezdi.
-Bir karının topuğuna takıldın gittin...
-Eteğinin altına girdin...
-Şimdi kal ortada...
-Babamıza karşı geldiğinde, sağlam kemiğini bırakmayacak inim inim inletecektin o köpeğin kızını!
-Ama yok olur mu? Kıyar mı bizim avradelli Salih ağamız biricik karısına...
-Eksik etek Hicran hanım! Kızını okutacakmış!
-Götü boklu Ayşe midir? Nedir? Okuyacakmış!
-Ulan! babamızı ayakaltı etmek senin sürtüklere mi kaldı!
-Gelinine, torununa, sözünü geçiremeyen Osman Ağa! şimdi köylüye nasıl söz geçirecek!
-Yıkıl git karşımdan ne haliniz varsa görün! Çık git evimden çabuk!
Salih her şeye katlanabilirdi ama Hicran için kötü konuşulmasına asla izin vermezdi!
Arkaya doğru bir adım attı bütün gücünü sağ avcunda topladı ve var gücüyle abisi Mehmet Ağanın suratının ortasına yumruğu indirdi...

Döndü arkasını ve çekip gitti...
Neye uğradığını şaşıran Mehmet Ağa öküz gibi arkasından böğürsede yediği yumrukla olduğu yerde kalakaldı...

Tan, ağarmıştı artık. Salih acele acele yürürken köyün öğretmeni ile karşılaştılar.
-Günaydın Salih, dedi Ahmet Öğretmen.
-Salih, başını hafifçe salladı öne doğru, konuşmaya mecali yoktu.
-Öğretmen, bu saatte bu telaşın nedir Salih bir sorun mu var? Hayırdır bir şey mi oldu diye sordu?
Ayşe’nin okula gitmesi için verdikleri mücadeleden öğretmen de bütün köy ahalisi gibi haberdardı. Ve Hicran ile Salih’in kızlarının okula gitmesi için sergiledikleri bu dik duruşlarını takdir etmişti.
-Konuşup konuşmamak arasında git gel yaşayan Salih sessizce cevapladı.
-Bizim yeni doğan bebek!
-Çok ateşlendi!
-Düşüremedik ateşini!
-Ne yapacağımızı bilmiyoruz dedi.

Abisinin kapısından kovulduğunu söylemeyi kendi gururuna yediremedi. O konuya hiç girmedi.

-Soğuk suyla silseydiniz, olmadı yıkasaydınız bebeği düşerdi belki ateşi dedi öğretmen.
-Hepsini denedik ama düşmüyor ateş, bebek bitap düştü bayıldı ağlamaktan ama ateş düşmedi bir türlü...
-Hastaneye götürün öyleyse ne burda dolanıp duruyorsun Salih!
-Götürsene hastaneye!
-Salih yokluğun boynunu büküşünün o hüzün dolu bakışıyla baktı öğretmenin gözlerine...

Ağzını açıp tam yardım isteyecekti ama utandı.
Sadece gözlerine baktı.
Öğretmen anlamıştı yokluğun bu çığ düşüren sessizliğini.
Bir an için sesini yükseltmenin mahcubiyetini yaşadı Salih ile göz göze gelince!
-Salih, yürü gidiyoruz bir de ben bakayım bebeğin durumuna dedi.
Salih cevap vermedi, ayaklarının ucuna bakarak sessizce önden yürüyüp gitti, yokluk insanın boynunu ancak bu kadar bükebilirdi...
Ahmet öğretmen de arkasından...