POSTMODERN YORUMSAMACILIK: NE GETİRDİ, NE GÖTÜRDÜ?

Eğitim Bilimleri - Prof. Dr. Hasan Aydın OMÜ Felsefe Bölümü

POSTMODERN YORUMSAMACILIK:
NE GETİRDİ, NE GÖTÜRDÜ?
İnsanoğlu, tüm dünyasını, dışdünya, düşünce ve dil ilişkisinde örer. Dışdünya-düşünce ilişkisi önemli felsefi sorunlar doğurduğu gibi, gerçekliğin ve düşüncenin dilde ifadesi de köklü felsefi sorunlar içerir. İnsan zihni, dış dünyayı olduğu gibi yansıtır mı? Ona, onda olmayan kimi unsurlar katar mı? Katarsa bunu saptamanın olanağı var mıdır? Dil, dışdünyayı ve düşünüleni olduğu gibi yansıtır mı? Bu sorulardan kimileridir. Tüm bu felsefi sorunlar bir yana, insanoğlu, gerçeklikle bilişsel yetileri aracılığıyla karşılaşır ve düşünsel tasarımlarını dilde açığa vurur. Derrida, “her şey metinden ibarettir” derken, biraz abartıyla da olsa dilde varolanın önemine işaret etmiş gibi gözüküyor. Çünkü dile gelmeyen, bir anlamda metne dönüşmeyen şey diğerlerine açılamaz. Düşünülemez demiyorum; düşünülebilir ama öznede kalır, düşüncenin öznelerarasılaşması ancak dilde varolanla olasıdır. Tabi dilde varolanı anlamlandırmak, onu tekrar düşüncenin nesnesi haline getirmekle olasıdır.
Dilin ve dilsel olanın felsefi önemi, ortaçağdan sonra ancak 19-20. yüzyılda yeniden gündeme gelmiştir. Özellikle yapısalcılık, postyapısalcılık, postmodernizm ve analitk felsefede dil tartışması oldukça merkezidir. Ortaçağdan sonra nitelememi bir parça açmam gerekir; zira bilindiği gibi ortaçağlar dil felsefesinin en yoğun olduğu çağlar idi. Bu nedensiz değildir; bu dönemde hakikatin Tanrı tarafından kutsal metinlerde açımlandığına inanılıyordu. O halde kutsalı, diğer bir deyişle tanrısal söylemi anlamak, dili, dilsel yapıları, söylemleri ve metinleri doğru çözümlemeye bağlıydı. Sanırım ortaçağın dilsel çözümlemelere katkısı, felsefi olarak dile getirilmesi gereken bir katkıdır. Ortaçağ insanı, teoloğu ve filozofu, dilin gerçekte varolanı, yani hakikati, düşüncede varolanı, yani ideaları, tasarımları olduğu gibi yansıtabileceğine inanıyordu. Bu inanç yersiz değildi; aksi takdirde kutsal metinlerin tanrısallığı su götürür bir konuma düşerdi. Ancak 19-20. yüzyıllarda felsefi olarak dile yeniden dönüldüğünde, burada ortaçağda olduğu gibi dinsel değil, bilimsel ve felsefi endişeler söz konusuydu; insanlığın bilgi birikimi ve yeni araştırmalar sayesinde, çok farklı şeyler keşfedildi. Dilin sınırları gösterildi; mantıksal yapısı analiz edildi; kültürelliği dışavuruldu; farklı diller karşılaştırıldı; aynı dil içinde söylem üretenlerin, sözcüklere farklı anlamlar yükledikleri, bu farklı anlam yüklemelerle sözcüklerin dinamik bir karaktere büründüğü ve dilin evrildiği gösterildi. Dilin, bir göstergeler sitemi olarak dinamik bir yapı olduğu ve hatta insan düşüncesini ve nesneler dünyasını algılayışını bile etkilediği ortaya konuldu. Aslında bu gösterilenler, felsefi olarak dilin hem nesnel gerçekliği hem de düşünüleni olduğu gibi yansıtmadığına işaret ediyordu. Burada kültürellik, dilin yapısı ve öznenin dil içindeki yaratıcı söylemleri etkindi. Buraya kadar her şey iyi gidiyordu. Ancak bir kez dışdünya, düşünce ve dil ilişkilerinde kültürel yapıların, dilsel yapının ve öznenin bilişsel yapılarının işe katılması, beraberinde pek çok septik soruyu ve tartışmayı gündeme getirdi. Bu tartışmalar, postmodern felsefe ve kimi yorumbilimcilerin (hermenötikçilerin) dilinde kayganlaştı ve öyle bir hal aldı ki, neredeyse meşhur Gorgias’ın “hiçbir şey yoktur, olsa bile bilmeyiz, bilsek bile başkalarına bildiremeyiz” argümanına dönüştü.
Bu saptamaları neden yaptım? Bu nedensiz değil; son dönemlerde ülkemizde yaşadığımız pek çok tartışmada bu saptamanın izdüşümlerini gözlemliyorum. İki örnek vermek istiyorum. Birisi, “Andımızın” ile ilgili Danıştay kararı sonrası yaşananlar; diğeri ise, hemen her gün TV’de gördüğümüz kimi ilahiyatçıların söylemlerine yönelik. Önce ilkinden başlayalım.
Andımızın Danıştay kararıyla tamamen kaldırılması, kimi kesimlerde şöyle bir tepkiye yol açtı: “Nihayet ırkçılık kokan, beyin yıkayan, Türk olmayana Türküm, doğruyum, çalışkanım dedirten bir söylemden kurtulduk.” Daha pek çok şey söylendi, yazıldı ve yazılıyor; ancak beni burada ilgilendiren “ırkçı” nitelemesi. Andımızda ırk kavram olarak açıkça yok; “Türküm” demek ırkçılığa vurgu olarak niteleniyorsa, “ne mutlu Türküm diyene” ırkçılık olarak görülüyorsa, bunun tartışılması elbette yapılabilir. Türklük Cumhuriyetin kurucuları tarafından bir üst kimlik olarak, Anayasal bir kimlik olarak görülmüştür. Bu üst kimliğe vurgu ırkçılık olarak görülüyorsa, unutulmamalı ki, modern ulus devletlerin hepsine ırkçı damgasını vurmak lazım. Çünkü pek çok ulus devlette, Alman, Rus, İspanyol, Azeri vb. tanımlama bulunmaktadır. Irk kavramı asıl İstiklal marşımızda geçmektedir. Bu yüzden be bu söylemler karşısında, İstiklal Marşımızın şu dizelerini anımsatıyorum:
“Kahraman ‘ırkıma’ bir gül, ne bu şiddet bu celal.
Ebediyyen sana yok, ‘ırkıma’ yok izmihlal.”
İstiklal Marşımızdaki ırk kavramına atıf yaptığımda aldığım tepkiler genelde şu şekilde oluyor:
“M. Akif Ersoy gibi bir Müslüman, ümmetçi bir insan nasıl ırkçı olur? Ne yani M. Akif Ersoy ırkçı mıydı? Oradaki ırk, gerçek ırk olamaz, o bir Arnavut’tu. O, ırk sözcüğünü kullanmışsa kesinlikle farklı bir anlamda kullanmıştır. Hatta sizce M. Akif Ersoy bu şiiri yazarken ırkın etimolojik kökenini düşünerek mi yazdı, yoksa politik anlamını mı? Burada "gül" sözcüğünü de, "bu güruhtan olan insanlara bir adet gül verin" olarak yorumlayamaz mıyız, türünden pek çok soru ve yorum gündeme getiriliyor.
Benim bunlara yanıtım şu şekilde: Her ne söylerseniz söyleyin fark etmez; söylem dilde, sözde varolur, her sözedimi, sözcüklerin etimolojik kökenini, eğretilemeye bile başvursa, bir şekilde gerçek olarak varsayar.” Yani söz ediminde bulunan, sözcüğün etimolojisini, anlamını bilerek kullanır. Elbette her sözedimi, kültürel koşulludur, döneminin kültürel, politik, ekonomik içerimlerini çağrışımsal olarak içinde taşır. M. Akif Ersoy bir edebiyatçıydı ve kanımca ne yaptığını, çok iyi biliyordu. O, ırk sözcüğünden rahatsız olmamıştı, ama görünen o ki, kimileri artık bundan rahatsız oluyor. Özellikle son dönemlerde Türk sözcüğünden, Türklüğünden bile rahatsız olan insanlar var.
Bu yanıtımla aslında iki şeye dikkat çekmek istiyorum:
İlki, ırk sözcüğünün kökenini göstermek istiyorum: Irk sözcüğünün, etimolojik kökü; ~ Ar ?irk? ??? [?irk?]; 1. bitkinin kökü, 2. damar, 3. köken, soy, asıl anlamlarına geliyor.
İkincisi, M. Akif Ersoy’un yaşadığı dönemde ırk kavramı ve ırkçılığın kültürel bir değerinin olduğuydu. Bunun da ötesinde, o dönemlerde ırk sözcüğü bilimsel bir sözcüktü. Ancak 1960’lı yıllardan itibaren antropolojinin gözünden düştü ve genetik çalışmalar ırk sözcüğünü anti-bilimsel bir sözcüğe dönüştürdü.
Her insan gibi M. Akif Ersoy da döneminin dilini, sözcüklerini, başat değerlerini ve bilimsel bilgilerini kullanıyordu; söylemini o kültür içinde üretiyordu. Onun söylemini ve dilini anlamak istiyorsak o döneme gitmek kaçınılmazdır. Eğer döneme, kültüre ve bağlama gitmezsek birisi şöyle diyebilir: İstiklal Marşımız korkma diye başlıyor; korkak olmayana korkma denilir mi? Biz korkak bir millet miyiz? Anılan nedenlerle, Andımıza ırkçılık kokuyor diye karşı çıkanların, İstiklal Marşımıza da karşı çıkması gerektiğini savunuyorum ve aslında biraz ürkek bir tavırla da olsa sosyal medyada bunu dillendirenlerle karşılaşmak olasıdır. Bu dillendirmelerden birisi ilginç olduğu için, burada aynen aktarıyorum: “Ben de bir ateist olarak “hakka tapan millet” lafına takılmış durumdayım. Şimdi ben milletten sayılmayacak mıyım?”
Metnin bağlamsallığı, yazan özne, dönemin kültürü, değerler ve bilgiler sistemi, metnin çağrışımları ve seslendiği ilk kitle hiçe sayıldığında, herkes metinde her şeyi okuyabilir hale geliyor. Neredeyse sözcükler buharlaşıyor, anlaşmaya, ortak bir zemin bulmaya olanak kalmıyor. Kısacası tam bir postmodern yorumbilimsel karmaşa yaşanıyor.
İlahiyatçılarda, dilde varolanla oynama geleneği daha da yaygın bir gelenektir, bu gelenek Yahudi filozf-teolog Philon’a değin geriye gider ve İslam ortaçağında köklü izdüşümleri vardır. Dinsel metnin literal-sözel anlamı, dönemin kültürüyle uyuşmayınca, hemencecik sembollere, allegoriye dönüştürülür. Metin sembollere, allegoriye indirgendi mi, onlarda her şeyi okumak olanaklı hale gelir. Ortaçağda Müslümanlar Yunan kültürüyle karşılaşınca, Philoncu ve Yeni Platoncu geleneğe uyarak bunu yaptılar. Bugün geleneksel İslam diye bilen pek çok şey aslında o kültürün ürünüdür. Ama o kültür de eskidi; bugün modern batı kültürü var. Modern Batı kültüründen nasibini almış bir ilahiyatçı, dinsel metinlerde dönemimizin değerleriyle uyuşmayan bir şey gördü mü hemen onun anlamını kendine göre değiştiriyor. Kadın dövmek (darb) modern kültürde yanlış mı, dinsel metinlerdeki darb sözcüğünün anlamı hemen değiştirliveriyor. Modern bilim evrenin başlangıçta nebula halinde olduğunu mu söylüyor, dinsel metnin duman-sis anlamında kullanılan duhan sözcüğü hemen nebula olarak yorumlanıyor. Ganimet sözcüğü modern dünyada abes mi, dinsel metindeki ganimet, adil paya dönüştürülüyor; dinsel metinlerdeki köle, cariye, sömürülen işçilere dönüştürülüyor vb. Hiç kimse sözcüklerin Hz. Muhammed dönemindeki anlamını bulmaya çalışmıyor. Dinsel metni okuyan her ilahiyatçı, fantazisine göre adeta yeni bir din ve yeni bir dinsel metin yaratıyor. Metni çağla örtüştürmek için her şey yapılıyor; metne, deyiş yerindeyse şiddet uyguluyor; bir tür hermenötik sahtekarlık yapılıyor. Bunlar geçmişte de vardı, kuşkusuz, ama son dönemlerde alabildiğine yayıldı. Neden mi yayıldı? Postmodernizmin etkisinden dolayı. Gelin postmodern yorumbilime kabaca bakalım:
Postmodernizmde her şey göreceli olduğu, her şeyin değişebilirliği, her şeyin gidebilirliği veya farklı anlam ve yorumların ortaya çıkabilmesi için metinler üzerinde yapılacak yorumların büyük bir önem taşımaktadır. Bu yüzden postmodernistler, nesnel doğrunun yerine yorumbilimin doğrusunu koyarlar, dolayısıyla bu, aynı zamanda, nesnel bilgiyi reddederek onun yerine öznel nitelikli yorumbilimsel bilgiyi koymak anlamına gelmektedir. Çünkü onlara göre, dünyada hiç bir şey dili aşamaz ve dil Rorty’nin deyişiyle, olumsallıklara sahiptir. Bu nedenle her şey özde bir metindir; ancak metnin anlamı, ne metinde, ne metnin oluştuğu bağlamda ne de metnin yazarındadır; anlam, okuyan kişide, yani okuma etkinliğini gerçekleştiren öznededir. Yazar zaten ölmüştür. Dolayısıyla, metnin anlamı her okuyana, okuyanın sezgilerine göre değişir yeniden şekillenir ve yeniden inşa edilir. Metni okuyucu yazar. İşte postmodern yorumbilimin özü budur. Dilek Doltaş Postmodernizm: Tarışmalar ve Uygulamalar (Telos yayınları, İstanbul 1999, s. 41-42) adlı eserinde şöyle der:
“Biçimi ve içeriği her ne olursa olsun, bir grup postmodern yazara göre, her metin sözcüklerden oluşur. Sözcükler de durağan, nesnel gerçekler olmadıkları için, ancak kendi oluşturdukları gerçeklerden, yani kendilerinden söz ederler. Okur, okuma eylemi sırasında, kendi belleğinde, onlara gerçeklik ve anlam kazandırır. Dolayısıyla sözcüklerin anlamları bir açıdan bakıldığında, öznel ve geçicidir. Anlamın meydana gelişi, okurun kişisel birikimi, özgeçmişi ve ruhsal durumu ile sözcüklerin ürünü olduğu söyleme ve onların kullandığı diğer metinlerin yüklemelerine (entertextual meaning) dayanır. Bu nedenle, bir grup postmodern düşünür-eleştirmene göre anlam ancak metinlerarası atıflar yoluyla geçici ve kişisel düzeyde belirlenir. Tzvetan Todorov ve Stanley Fish’in başını çektiği bu yeni pragmatist, postmodern eleştirmen grubunun ‘metnin anlamı nedir?’ sorusuna ‘her şey ya da hiçbir şey’ diye cevap verdiklerini söyler. Bir başka deyişle onlar için metin, psikolojide kullanılan ve her türlü anlamlandırmaya açık boş kâğıt üzerindeki mürekkep lekesi (Rorşah testi) gibidir. Bu yaklaşımdaki eleştirmenler, anlam üretmede ağırlığı yazara ya da metne değil de okura ve söyleme verdiklerinden metnin yazarının da okur olduğunu öne sürerler. Onlara göre, metin önmetindir (pretext), onu kimin yazdığı hiç önemli değildir ve okur ondan, Pirandello’nun karakterleri gibi istediği anlamı çıkarır- yani metni okur yaratır. Postmodernistlerin anılan yorumsamacı söylemleri, Grenz’in de belirttiği gibi, yorumcu teorilerini dış dünyaya uygulamalarına neden olmuş ve bir metnin, her okuyucu tarafından farklı farklı okunacağı gibi, gerçeklik de, gerçeklik ile ilişki içerisine giren her bilinç tarafından farklı farklı ‘okunacaktır’, kısacası dünyanın tek bir anlamı yoktur anlayışına ulaşmalarına neden olmuştur.”
Bu yorumbilim yaklaşımı doğru mudur?
Kısmen evet kısmen de hayır. Evet, anlam öznede oluşur, öznenin katkısı yadsınamaz; hayır, metinle diyalektik, menin tarihsel bağlamı önemlidir. Metnin anlamını, metin, metnin bağlamı ve metnin inşa edildiği kültürel ortamın dışında, salt onu okuyan öznede aramak, metni, metnin yazarını ve metnin bağlamını yok saymak anlamına gelmektedir. Bu yok sayma, özellikle, anakronizme neden olması, okuyucunun metne, orada olmayan unsurları yansıtması gibi olumsuz sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Bu durum, sözcüklerin ve metinlerin psikolojide kullanılan Rorşah testi gibi olduğunu savlamak demektir ki, bu hem iletişimi olanaksızlaştırıcı hem de her şeyin her anlama geldiğini çağrıştırıcı niteliktedir.
Kuşkusuz, metnin yorumunda metni yorumlayan öznenin birikimini ve payını yadsımak oldukça zordur; fakat buna dayanarak metnin anlamını özneye indirgemek bilimsel açıdan kabul edilemeyecek bir tutumdur. Buna rağmen, aşırıya kaçmayan kimi postmodrnistlerin yorum anlayışları, metin okuma ve anlamlandırmaya ağırlık veren etkinliklerde, insanları farklı yorumlara sevketmek, onların ufuklarını açmak ve anlam zenginliğini yakalamalarına katkı sağlamak açısından işlevsel olarak kullanılabilir. Ancak tüm farklı yorumlarına rağmen, bilim insanının metnin nesnel bir yorumunun bulunduğunu ve bu yorumun, metin, metnin bağlamı, yazarı, ve yazarın yaşadığı ve çalıştığı paradigma ve okuyucunun etkileşimini gerektirdiğini belirtmesi ve buna göre metni anlamlandırması zorunludur. Bu açıdan söz gelimi Yunus Emre’nin şiiri anlamlandırılırken, kişiler hangi öznel yorumu yaparsa yapsın, bilim insanı sonunda orada kullanılan kavramların anlamını vurgulaması ve aydınlatması zorunludur. Söz gelimi, ‘ilim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir; sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır’ dizelerindeki ‘ilim/bilgi’ terimine sıradan kimseler, bugünkü bilgi anlamını yüklemeye eğilim gösterseler de, bilim insanının, oradaki ilim/bilgi teriminin tanrısal kökenine, ahlaki bağlamına ve tanrı odaklı, erekselci yapısına dikkat çekmesi ve anakronizmi engellemesi gerekir. Aksi durum, Yunus Emre’nin dizelerinin, kendisine yabancılaştırılmasına, çarpıtılmasına ve anlamsızlaştırılmasına yol açar. Öte yandan oradaki ilim/bilgi terimi, kimi postmodernistlerin savunduğu gibi ‘i-l-i-m’ ise ve okuyucuya göre her anlama gelebiliyorsa, o anlamdan yoksun demektir. Aynı durum adalet, çekim yasası, insan hakları, fonksiyon, basınç, toplum, birey, vatandaş gibi kavramlar için de geçerlidir. Bir yorumcunun yorumsal sürecinde adaleti, a-d-a-l-e-t’e, çekimi, ç-e-k-i-m’e, basıncı, b-a-s-ı-n-c’a dönüştürüp anlamsızlaştırmaya hakkının olduğu ileri sürülemez. Çünkü bu iletişimi olanaksızlaştırıcı ve her şeyin her anlama gelebileceğini ima etmek anlamına gelir. Son dönemlerde yapılan tam da budur.
Öyle sanıyorum ki, postmodernist yorum anlayışı artık her yerdedir. Hem sıradan insanlarımız hem ilahiyatçılarımız hem de bilim insanlarımız postmodernist oldular. Kim kimde, nerede, neyi beğenmiyorsa, onu kendince anlamlandırıyor ve işin ilginç yanı, bunu düşünsel, bilimsel çoğulculukla özdeşleştirip demokratik bir hak sayıyor. Tamam demokratik bir hak diyelim; ama metnin yazarının gerçekte ne dediğini bulmaya çalışmak da demokratik bir hak değil midir? Hatta bilimsel açıdan zorunlu değil midir? Kuşkusuz bu zahmetli bir iştir, yazarı tanıyacaksın, onun döneminin kültürünü ve dilini bileceksin, yazma nedenine vakıf olacaksın, söylemini kendi içi ve dışıyla ilişki içinde çözeceksin, sınıfsal konumuna bakacaksın, beslendiği kaynakları bulacaksın vb. Bu kadar uğraşa, zahmete ne gerek var? Ben postmodernim; öznel olarak ne anlıyorsam yazar onu söylüyordur, deyip geçmek daha kolay. Mehmet Akif “ırk” mı dedi; yok canım o ırk sözcüğünün kesin başka bir anlamı vardır; hatta “ırk” belki de “gül”dür. Kuran “döv (darb)” mü dedi, yok canım onu da nerden çıkardın, ben onu “ayrıl” ya da “seviş” diye anlıyorum. Kur’an’da insanlık dışı dövme nasıl olur? Kuran cariye ve köleden nasıl bahseder, kadını nasıl ganimet olarak görür vb.
İyi de bir metni herkes farklı bir anlama çekiyorsa, yani bir metin her anlama geliyorsa, o metnin kendinde anlamının olduğu söylenebilir mi? Şimdi ben bunları yazıyorum, yazdıklarımın kendinde bir anlamı yok mu? Birine küfredip, hâkimin huzuruna çıksak ve aslında “senin …” demekle sövmediğimizi aksine ona dua ettiğimizi ileri sürsek gülünç olmaz mıyız? Oluruz diyorsanız, o zaman postmodernist yorum anlayışına hayır diyorsunuz demektir. Bu durumda, işiniz çok zor; gerçek anlamı bulmak için zorlu bir yolculuğa çıkmak için hazır olmalısınız.

Prof. Dr. Hasan Aydın
OMÜ Felsefe Bölümü