TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNDE ÖĞRETMENİN ROLÜ
“Cinsiyet” ve “toplumsal cinsiyet” kavramları farklı anlamlara gelmektedir. İlk olarak bunun kavranılması gerekmektedir. Cinsiyet biyolojik bir olgudur. Tüm insanlar cinsiyet bakımımdan kadın veya erkek olarak dünyaya gelir. Buna karşılık toplumsal cinsiyet sosyal, kültürel bir durumdur. Yani, toplum, kadınlık ve erkekliğin ne olduğunu kültürel olrak belirler, buna göre rolller ve statüler tanımlar.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından belirtildiği gibi, “cinsiyet” kadınları ve erkekleri tanımlayan biyolojik ve psikolojik özelliklerle ilgili iken toplumsal cinsiyet, belirli bir toplumun veya kültürün erkekler ve kadınlar için uygun saydığı, toplumsal olarak inşa edilmiş rolleri, davranışları kapsamaktadır. Cinsiyet farklılığı, sözgelimi, kadınların çocuk doğurması, bir bebeği emzirebilmesi, erkeklerin doğuramaması ve emzirememesi gibi durumları kapsar. Oysa toplumsal cinsiyet, sözgelimi, kadınların ev işleriyle, erkeklerin ise güç gerektiren işlerle ilgilendiği ya da kadınların ütü yaptığı, buna karşın erkelerin yönetici olduğu gibi yargıları içerir. Bu yargılarda, toplumsal, kültürel, inançsal, ideolojik pek çok etken bir şekilde rol oynar.
Cinsiyet, biyolojik bir olgu olsa da, insanın biyolojik özelliklerinin gereklerini yerine getirmesi ve geliştirmesi, özde insan hak ve özgürlükleriyle ilgilidir. Tüm insanlar cinsiyetlerinin gereklerini özgürce yaşarlar. Bu hak ve özgürlükler, erkeklerle kadınların kamusal ve özel yaşamın tüm alanlarına eşit ölçüde katılımları anlamına gelmektedir. Bu, kuşkusuz, iki cinsin aynı olduğu anlamına gelmez. Burada söz konusu olan iki cinsin, insanlık onuru, haklar ve özgürlükler açısından eşit olmasıdır. İnsan haklarının hepsi için mücadele edildiği gibi, toplumsal cinsiyet eşitliği için de sürekli mücadele verilmelidir, bu eşitlik tesis edilmeli ve korunmalıdır.
Bu konuda ilk adım kuşkusuz eğitim ile başlamalıdır. Çünkü toplumdaki pek çok kurum, bu arada da eğitim sistemi, cinsiyete dair geleneksel olarak kalıplaşmış yargıları pekiştirmektedir. Aynı durum medyada da gözlenir. Üzülerek belirmek gerekirse, medyada kadınlar bir eylemin nesneleri veya mağdurları ya da insanlara bakan kişiler olarak gösterilirken, erkekler genellikle yaratıcı, güçlü, akıllı ve girişimci olarak betimlenmektedir. Böylece televizyon, radyo, bazı kitaplar, dergiler, filmler ve başka iletişim kanalları, kadınlar ve erkeklere ilişkin kalıplaşmış yargıların korunmasına ve aktarılmasına hizmet etmiş olmaktadırlar.
Uzun bir süredir, hak ve özgürlük savunucuları, pek çok kadının maruz kaldığı yaygın ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına ve toplum yaşamında kadınların ve erkeklerin daha eşit katılımına odaklanmaya, bu konuda talepleri dile getirmeye çalışmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili tutumlar açısından geçmişten günümüze önemli ilerlemeler kaydedilmiş olmakla birlikte, hala yeter düzeye ulaşılmadığı ortadadır. Bunda, eğitimcilerin kalıplaşmış rol karmaşası içeren düşüncelerinin, ders materyallerinin düzenleniş biçimlerinin ve rol dağılımlarına ilişkin kalıplarının rolü her şeyden daha fazla olsa gerekir. Bu yönüyle, program yapıcılarına, ders materyali hazırlayanlara ve tabi ki eğitimcilere, “öğretmenlere” büyük görevler düşmektedir. Eğitimin ödevi, cinsiyetçi kalıplaşmış düşünceleri çocuklara aşılamak değil, öğrencilerin gizil güçlerini ve yeteneklerini geliştirmek, onların önüne farklı seçenekler sunmaktır. Çünkü kalıplaşmış yargılar veya toplumsal cinsiyetle ilgili katı beklentiler, kişisel gelişimi, gerek erkeklerin gerekse kızların tüm potansiyellerini gerçekleştirmelerini engellemektedir. Ayrıca öğretmenler olarak, erken çocukluk döneminden başlayarak cinsiyetle ilgili kalıplaşmış yargılara dayalı etkinliklerden kaçınmak, herhangi bir etkinliğin kız ve erkek çocuklarına katılım ve etkileşim için eşit fırsatlar sunmak zorunludur. Kız çocukları gerek akademik gerekse sportif alanlarda erkeklerle rekabete sokmak, erkek çocukları ise bakım işlerine dâhil etmek bu bakımdan işlevsel olacaktır. Kısacası, kız ve erkek çocuklara eşit imkanlar sunarak, her türlü etkinliğe birlikte katılımını özendirmek, koro, sahne oyunları, dans, temizlik yapma, yemek pişirme vb. faaliyetlerde ortaklaştırmak gerekmektedir. Tabi bu sürece ailelerin de destek vermeleri, amaca ulaşmak bakımından yaşamsaldır. Ailelerin de bu konuda eğitime ihtiyaçları olduğu açıktır. Okulumuzdaki öğrencilere bu konu ile ilgili slaytlar hazırlayıp onlara izleterek ve beraberinde konu ile ilgili görüşlerini alarak, soru cevap tekniğini kullanarak, drama, beyin fırtınası, altı şapkalı gibi çeşitli yöntem ve teknikleri kullanarak, ailelere seminerler düzenleyerek, Serbest Etkinlikler, Beden Eğitimi gibi derslerde, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı gibi resmi bayram ve kutlamalarda dans, koro, tiyatro, futbol, basketbol, hentbol vb. tüm aktivitelere kız erkek hep birlikte katılmasını sağlayarak çocuklarda özgüven ve “ben de başarabilim” duygusunu yaşatmak gerekmektedir. Bu sayede toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmaya önemli bir adım atmış oluruz. Bu türden ortaklaşa etkinlikler, hem öğrencilerin kendilerini keşfetmelerini hem de farklı cinslerin yardımlaşma ve işbirliğini geliştirmek bakımından da yaralı olacaktır.
Sorunun çözümü, toplumsal işbirliğini de zorunlu kılmaktadır; bu konuda aileye, okula, sosyal çevreye, aydınlara, medyaya büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Okul toplumdan yalıtılmış bir ortam değildir; okulda verilenlerin aile, çevre ve kitle iletişim araçlarıyla pekiştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca toplumsal cinsiyet ayrımcılığına ilişkin kalıp yargıların, inançların, uygulamaların, toplumun aydınları tarafından yapı söküme uğratılmaları kaçınılmazdır. Özellikle, kadınlığın ve erkekliğin bir özünün bulunduğu, kişinin özü ya da fıtratı bakımından kadın ya da erkek olduğu gibi doğacı yaklaşımlar, eşitsizliklerin meşrulaştırılmasında sık sık kullanılmaktadır. Bu özcü, fıtratçı ya da doğacı yaklaşım, işleri bile kadınsı ve erkeksi olarak bölebilmektedir. Oysa bir kadınlık ya da erkelik özünün olduğu deneysel olarak saptanabilir bir şey değildir. Bildiğimiz tek şey, insanın cinsiyet bakımından farklı özelliklere sahip erkek ya da kadın olduğu, elastikiyet taşıyan belli gizil güçlerinin bulunduğu, kişiliğin büyük ölçüde sosyal bir inşa olduğudur. Öte yandan deneysel veriler, kadınların erkelerin yaptığı hemen her işte başarılı olduklarını göstermektedir. Eğer kişilik sosyal-kültürel bir inşa ise, ayrımcılığın ve ona dayalı rol dağılımlarının biyolojik ve genetik bir temeli yok demektir; tüm ayrımcılıklar kültürden kaynaklanıyor olmalıdır. Kültürü de bizler ürettiğimize ve aktardığımıza göre, kültürü üreten ve ona katılan tüm insanların, özen göstermesiyle cinsiyet ayrımcılığı tarihe gömülebilir. Elbette burada pek çok kuruma roller ve sorumluluklar düşmektedir; ancak eğitimin rolü ve sorumluluğu diğerleriyle karşılaştırıldığında merkezidir.
Sabiha AYDIN
Müdür Yetkili Sınıf Öğretmeni
Kumköy İlkokulu
Çarşamba/SAMSUN