FRANKFURT OKULU DÜŞÜNCESİ İÇİN SON SÖZ

Fikir Yazıları - Armağan Öztürk

FRANKFURT OKULU DÜŞÜNCESİ İÇİN SON SÖZ

Frankfurt Okulu düşüncesini totalitarizm-özgürlük ilişkisi bağlamında düşünürken birkaç hususun altını yoğun bir şekilde çizmek isterim. Öncelikle eleştirel kuramcılarla Marksizm arasındaki ilişkiye değinilebilir. Okulun felsefi çekirdeğini oluşturan düşünürler zamanla Marksizm’i terk etmişlerdir. Bu sonuç bir anlamda kaçınılmazdır. Çünkü aydınlanma eleştirisi radikalleştikçe Marksizm’i de kapsar hale gelmiştir. Bu genel ifadede ilginç olan husus ise hesaplaşma eksikliğidir. Frankfurt Okulu düşünürleri Marksizm’le sistemli bir hesaplaşmaya hiçbir zaman girişmeden onu terk etmiştir. Benzetmek gerekirse Frankfurt Okulu için Marksizm, yetişkinliğimizde geride bıraktığımız çocukluk veya gençlik arkadaşları gibi bir muameleye layık görülmüştür. Onlara göre Marksizm, arkasından kötü söz söylemeden zamanda unutulmaya bırakılmış bir hatıra gibidir. Faşizmi yoğun bir şekilde eleştiriyor olmalarına rağmen Sovyet Marksizm’i hakkında çok az çalışma ve tartışma yapılması gibi olgular Marksizm hakkında kötü söz söylemeden ondan uzaklaşma eğiliminin çok belirgin bir kanıtı olarak yorumlanabilir.
Araçsal akıl, şeyleşme ve totalitarizm üzerine söylenen sözleri de yeniden ele almak gerekir. Frankfurt Okulu düşünürlerinin yaptığı şey aslında insanlık tarihini özgürlük tarihi olarak gören bakış açısını olumsuzlamaktan ibarettir. Ancak bahsi geçen okuma ilerlemeci çizgideki teorik kabalığın Okulun felsefi mirası içerisinde yeniden üretilmesinin de yolunu açmıştır. İnsanlık tarihini özgürlüğün değil de, şeyleşmenin tarihi olarak gördüğümüzde gerçeği ulaşmak için kullandığınız merceği değiştirmeden aynen kullanmış oluruz. Hakikati daha nüanslı, katmanlı ve çoğulcu bir şekilde kavrama olanağına sırt çeviren bu bütüncül bakış sorunludur. Frankfurt Okulundan kalan tartışmalar bize açıkça göstermektedir ki, ilerleme-özgürlük bağlamı, gerileme-totalitarizm ikilisiyle yer değiştirildiğinde, bir anlamda Hegel düşüncesi tersine çevrilerek tekrarlandığında Hegel’den çok da uzaklaşamayız.
Kültür endüstrisiyle sonuçlanan araçsal aklın bütüncül hakimiyeti iddiası ise bir dizi tartışmalı sonucu içerisinde barındırır. Eleştirel kuramcılar araçsal aklı aklın iyi yaşam idealinden kopması olarak tanımlamışlardır. Modern zamanlarda iyice belirginleştiği üzere aklın araçsallığı her şeyin biçimselleşmesi ve yararla ölçülür cinsten hesaplanabilir bir içeriğe dönüşmesi sürecini anlatır. Kolaylıkla fark edileceği üzere bu çözümleme araçsal aklı bir tür “ilk günah” gibi kodlama eğilimdedir. Araçsal akıl ve aydınlanma totalitarizmle sonuçlanan tüm kötülüklerin ilk nedenidir. Araçsal akla karşı nesnel akıl ise özgürlük, hakikat ve iyi yaşamın aklını karakterize eder. Bu soyutlama düzeyi ile toplumsal ve tarihsel gerçeklik arasındaki karşıtlığı vurgulamak yerinde olabilir. Şöyle ki, eleştirel kuramcıların iddiasının aksine aklın araçsal ve amaçsal kullanımlarını tam olarak birbirinden ayırt etmek imkansızdır. Bu noktada çok popüler olduğu için Antik Atina örneğini ayrıca hatırlatmak isterim. Antik Atina iyi yaşam, demokrasi, erdem, ahlak, felsefe, bilim ve sanat üzerinden kendi yaratıcı potansiyelini ortaya koymuş bir tarihsel modeli ifade eder. Pek çok düşünür bahsi geçen toplumsal örgütlenme biçimini tüm insanlık ve tüm zamanlar için idealleştirmiştir. Ama Antik Atina aynı zamanda köleliğin ve emperyalizmin sofistike bir şekilde iş gördüğü bir yapıyı da karakterize eder. Atina donanmasının pek çok kent devletini haraca bağlaması, yarı yasal korsanlık, oldukça cüretkar bir fetih ve kolonileşme politikası ve yüzbinlerce köle Atina zenginliğinin maddi alt yapısını oluşturur. Bu maddi zemin uygarlık, felsefe ve demokrasiyi mümkün kılan temel dayanağa karşılık gelir. Özetle durum şöyledir: Araçsal akıl (sömürü, kölelik ve emperyalizm) ile amaçsal akıl (felsefe, demokrasi ve iyi yaşam) arasında kopmaz nitelikte bir bağ vardır. Bahsi geçen bağın bugünün dünyasında da antik dönem kadar etkili olduğunu söyleyebiliriz. Demokrasi, kültür, bilim, sanat ve felsefenin güçlü olduğu uygar ülkelerin ileri derecede kapitalistleşmiş ülkeler olduğu gerçeği temel bir tarihsel durum olarak karşımızda durmaktadır. Geldiğimiz yer bakımından özel olarak Frankfurt Okulu mensupları, genel olarak ise aklın araçsal kullanımına şiddetle karşı çıkan tüm eleştirmelere şu soruyu sormak gerekir: Aklın araçsal kullanımı, bir anlamda insanın insana kötülüğü olmasa, erdemli ve iyi yaşam diye bir şey gerçekten de mümkün olabilir mi?
İnceltilmiş bir totalitarizm formu olan kültür endüstrisine doğru eleştirel değerlendirmelerimizi derinleştirdiğimizde ise karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Kültür endüstrisi şeyleşmeyi devam ettiren kültürel üretimi karakterize eder. Okulun iddiasına göre kültür endüstrisi ürünleri insanlar arasındaki eşitsizliği yeniden üretir ve bireyi robotlaştıran bilinçsizlik halini güçlendirir. Popüler kültürün eleştirel düşünceyi yok edip insanları aptallaştırdığına dair ön görünün gerçek durumu yansıtmadığı açıktır. Teknoloji ve popülerlik dün olduğu gibi bugün de bireyleri aynı anda hem özgürleştirici deneyimlere hem de itaate yöneltebilir. Popüler kültür ve sanat ürünlere topyekün muhalefet, Adorno örneğinde sofistike bir şekilde karşımıza çıktığı üzere bu eğilimi benimseyen kişiyi halk karşısında elitist bir pozisyona sürükler. Ama kültür endüstrisi tezindeki asıl sorun popülerliği seçkinci bir bakışla değerlendiren tavrından kaynaklanmaz. Çünkü sonuçta yüksek sanat ürünlerine ulaşma olanağı pek çok durumda sınıfsal konumla yakından ilgilidir. Ancak çok az kişi internetten pop müzik dinleme yerine evinde piyona çalarak vakit geçirebilir. Üzerinde durulması gereken asıl nokta, Adorno ve Horkheimer’ın haklı olma olasılığında somut bir içeriğe kavuşur. Ya iddia edildiği gibi gerçekten de kültür endüstrisi pratikleri insanları bilinçsizleştirerek aklı ve özgürlüğü ortadan kaldırıyorsa? Bu durumda ne yapmak gerekir? Kültür endüstrisinin yozlaştırıcı etkisine karşı bir siyasi iktidar sansür araçlarını devreye sokarsa yanlış bir şey mi yapmış olur? Platon’dan beri neredeyse tüm otoriter ve totaliter toplumsal örgütlenme modellerinin ortak noktası yanlış bilinç üreten eylem, düşünce ve pratikleri yasaklama ısrarında kendini açığa vurur. Kültür endüstrisi gerçekten de tehlikeli bir içeriğe sahipse, özgürlük ve akıl adına genel bir yasak pekala makul hale gelebilir. Bu meseleyi şöylesi bir hatırlatmayla kapatmak yerinde olabilir: Bir şeyin yanlış bilinç ürettiğini söyleyip onu yasaklamamak hemen her durumda yanlış bilince karşı hoşgörülü bir tutumun ifadesidir. Bu bağlamda kültür endüstrisi tezi, belki bu iddiada ısrar eden Frankfurt Okulu düşünürleri için değil, ama kültürdeki yozlaşmadan rahatsız olan pek çok siyasetçi ve bürokrat için özgürlükleri daha da sınırlayan yasakçı bir zihniyetin felsefi gerekçelendirmesi olarak iş görebilir.
Tartışmayı kapatırken insanlığa kazandırdıkları noktasında içeriğine haksızlık edilen aydınlanma için de bir şey söyleyebiliriz. Bilindiği üzere Frankfurt Okulu düşünürleri totalitarizmin kaynağının aydınlanma olduğunu iddia etmiş, 20 yüzyılda yaşanan tüm karanlık olayları aydınlanma geçmişiyle ilişkilendirmişlerdir. Frankfurt Okuluna asıl ününü kazandıran iddia budur. Negatif diyalektik yöntemiyle adını koymadan postmodernizme epistemolojik anlamda kapı aralayan eleştirel kuramcılar büyük anlatılara, kesinliğe ve ilerlemeye şiddetle karşı çıkan her türlü görecelik yanlısı postmodern düşünce biçimine geçmişle hesaplaşmalarını kolaylaştıracak nitelikte felsefi bir zemin sağlamıştır. Frankfurt Okulunun aydınlanma eleştirisi daha sonra postmodern düşünürler kuşağı tarafından devralınmış ve ilerleme ile aydınlanma karşıtı büyük bir karalama kampanyasının teorik malzemesi olarak iş görmüştür. Geldiğimiz yer bakımından, yani tarihin bu anında şöyle bir hatırlatma yapılmasına ihtiyaç var: Diyelim ki başta Frankfurt Okulu düşünürleri olmak üzere tüm aydınlanma karşıtları aslında haklı. Aydınlanma insanlığa özgürlük değil, mutsuzluk, baskı ve kölelik getirdi. Aydınlanma umuduyla çıktığımız yolculuk zifiri bir karanlıkla sonuçlandı. Peki, bu iddia karşısında dünyanın şu anki durumunu nasıl açıklayacağız? Aydınlanmanın, evrenselliğin ve ilerlemenin demode şeyler olarak görüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Düşünürler aydınlanma mirasını küçümsüyor, bireyler ve halklar ilerlemeyi umursamıyor. Tercihlerimizle ulaştığımız sonuç daha iyi bir dünyanın kapısını araladı mı? Aydınlanmadan kurtulduk. Başımız göğe mi erdi? Faşizm tehlikesi, sömürü ve vahşet sona mı erdi? Aydınlanmayı terk eden insanlık daha eşit ve daha özgür bir dünyada mı yaşıyor? Bu soruların ortak yanıtının büyük harflerle bir HAYIR olduğu hepimizin malumu. Sonuç olarak diyebiliriz ki, eleştirel kuramın yarattığı karanlıkla hesaplaşma felsefi bir gündem olarak önümüzde durmakta.

Armağan Öztürk