SESSİZ BİR ÇIĞLIK

Yaşam Bilimleri - SERPİL ARI YILMAZ

SESSİZ BİR ÇIĞLIK
Kendi dünyasını kurmuş, kendi hanesinde, kendi hüzün ve mutluluklarını, kendi keder ve acılarını , kendi hastalık ve şifalarını her gün bir diğerinin aynını yaşar durur insanlar küçük yerlerde.

Diyaloglar bile değişmez, çoğu gün konuşulan cümleler bile aynıdır.
Ne fazla ne eksik! Herkes ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilir.
İşler rutininde kendi kendine işliyormuş gibi sürer gider...

Ama hayatta bir de sürprizler vardır. Ve bu sürprizler küçük yer büyük yer demez, bir anda gelişiverir insanların hayatlarında. Her sürpriz de sevinçler getirmez insanlara, beklenmedik anda bir de bakmıştır ki insan; hayatı hiç ummadığı bir yörüngenin içine girmiştir. Hayır ya da evet deme şansı bile olmamıştır. Kimse de sormamıştır fikrini zaten, hayatına etki eden, bir anda değişime sebep olan bu iyi ya da kötü sürpriz için ne düşündüğünü...

Hicran, yeni bir güne uyandı. Her sabah olduğu gibi evin ilk uyananı, Hicran oldu. Hayvanların yemlerini koydu, sürüye katılıp meraya gidecek hayvanları çobana yetiştirip yolladı, onların gider ayak pislettikleri avluyu süpürdü, çayını ocağa koyuyordu ki kocasının hala neden uyanmadığını düşündü bir an, oysa her sabah kendisiyle beraber çok sürmez o da hemen kalkardı. Uyanır uyanmaz da evin önüne çıkıp sırtını duvara verir, iki dizinin üstüne çöker aceleyle sardığı tütünü içmeye, derin derin çekmeye koyulurdu. Ama bu sabah uyanmamıştı. Hicran, içinden hayırdır inşallah bu adam neden kalkmadı ki diye düşünürken okula gidecek olan üç kızını da uyandırmak üzere odaya girdi. Yan yana kafalar birbirine girmiş, hangisi kimin ayağı, kimin kolu belli değil vaziyette dört kızı da serilmiş iki yer yatağında sözde yan yana yatıyorlardı. En büyük Ayşe, en küçük Songül ile ikinci büyük Hasret, onun bir küçüğü Yeter ile yatıyordu. Sitem, Ayşe’nin hemen diğer yanında, tahtadan beşiğinde uyuyordu. Hadi bakalım tembeller dedi Hicran, sevgi dolu içten sesiyle kızlarına, çok seviyordu kızlarını, köylerinde ki diğer kadınlar gibi değildi. Kızları onun çocukluğu, gençliği, geleceğiydi. Hepsi için çalışıyor çabalıyor ve onları illa da okutacağım diye önüne gelenle konuşuyordu. Bu konuşmaları da köydeki kadınlara biraz tuhaf geliyordu. Hicran sanki hiç köyde yetişmemiş, sanki şehirde okuyup büyümüş, sonradan köye gelmiş gibi bir hava veriyordu, konuşmalarıyla köydeki kadınlara.
-“Aman bu Hicran’da bir tuhaf” diyorlar. Onun, ufkundaki aydınlığı dedikodularıyla, hasetlikleriyle kapatmaya çalışıyorlardı. Ama Hicran bildiğini okur, kimseye kulak asmaz, asla bildiğinden şaşmazdı.

Kızlar esneye, gerine tuhaf sesler eşliğinde yatakta doğrulmaya başladılar. Anlaşmış gibi hepsi yorganı dizlerine kadar çekip yatağın içine oturup analarına yarı uykulu gözlerle bakmaya başladılar. Hicran gülümsedi kızlarına:
-Kız hepiniz ne sütlü sahanı gibi yan yana dizilip bakıyorsunuz bana? Kalkın hadi, hadi yallah! Elinizi yüzünüzü yıkamaya sonra da okula...
Ayşe hem büyük olmanın vermiş olduğu sorumlulukla hem de okula gidecek olmanın heyecanı ile yataktan ilk çıkan oldu. Çok seviyordu okulunu ve öğretmenini.
Çok başarılıydı Ayşe derslerinde, öğretmenin gözdesiydi. Bütün ödevlerini yapar, her şeyi çabucak anlar, sınıftaki diğer öğrenciler gibi ortalığı yakıp yıkmaz, aksine her fırsatta öğretmenine yardımcı olma telaşında olurdu. Çok seviyordu öğretmeni de Ayşe’yi. Bu köyde bir okuyacak varsa o da Ayşe'dir diye içinden geçiriyor, bazen de Aferin Ayşe, sen çok başarılı olacaksın diye Ayşe’yi daha da teşvik ediyordu okumaya.
Ayşe kalkıp dışarıya doğru yürürken, diğer kardeşleri de peşi sıra teker teker kalktılar yataklarından.
Hicran kocasına doğru kaydırdı bakışlarını uyanmıştı o da , yorganın altından bakıyordu dışarı peş peşe çıkan kızlarının ardından ama öyle yorgun, öyle bitkin bir haldeydi ki yataktan kalkacak mecali bulamıyordu kendinde. Sitem doğduktan sonra daha da durgunlaşmış insanların yine oğlu olmadı diye ardından ahlayıp vahlamalarıyla, iyice içine kapanmıştı.

Zaten çok konuşmayı da sevmez duygularını ve aklından geçenleri de çok dile getirmeyi istemezdi.

İnsan, diyordu kendi içinden, ne tuhaf bir canlı, elinde olanın kıymetini bilmez;elinde olmayanı da kaf dağının ardında gibi görür.
Ne kolay yorum yapar insan denen canlı, ne kolay eleştirir.
Gördüğü herşeyi bildiğini sanır, oysa hep yanılır. Gördükleriniz asla bildikleriniz değildir.

Kızlarım benim için ne kadar kıymetli onlarla ne kadar mutluyum, oysa dışardan bakıldığında herkes benim bir oğlum olmadığı için üzülüyor bana. Ne hakla üzülüyorlar bana, neden üzülüyorlar?

Cinsiyet bu kadar önemli ise analar üzerine bu kadar söz neden söylenmiş? Kadın ana demek değil mi? Kadın yuva demek değil mi?
Erkek bu kadar önemliyse bu toplumda, neden bir ev kurabilmek için kadına ihtiyaç duyuyorlar? Hem atalar dememiş mi? “Kadının geldiği ev yapılır. Gittiği ev yıkılır” diye. Hicran olmasaydı şimdi bu ev, ev olur muydu? Bu düzen kurulur muydu?
Yattığı yerden bunları geçiriyordu Adam aklından.
Hicranla göz göze geldiler. Hicran, kocasının adını söylemeye çekinirdi ilk evledikleri günden bu yana. Hiçbir şeyden çekinmeyen Hicran, bir türlü adıyla hitap edemezdi kocasına, hep isimsizdi sanki adam! Hiç ismi olmamış, hiç varlığı bilinmemiş gibi, hep gizli öznelerle yürütürdü diyaloglarını. Çünkü kocasına ismi ile hitap eden kadın da kınanırdı esasında yine Anadolu’da...
Hicran,
-Kalksana artık neden kaldın öylece o yatakta!
diye yine ismini belirtmeden seslenmişti kocasına.
Oysa bir adı vardı adamın elbette “Salih” koymuştu dedesi Mahmut Efendi doğduğunda. Dini bütün bir adamdı ve köyde kimin çocuğu olsa, koştura koştura yanına gelir; kapı girişinde ayakta, iki eli üst üste göbeklerine kenetleyip, sanki doğan bebek kendilerinin değilmiş gibi gıkları çıkmadan, açılan Kuran-ı Kerim’den, Mahmut efendinin koyacağı mübarek ismi sabırsızlıkla beklerlerdi. Mahmut Efendi, o an için rastgele açtığı Kuran'dan hangi ismi uygun görürse onu seçer. Bebeği kucağına alır ve
Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına ise kamet okur . Ardından sağ kulağına ismini okuyarak bu işlemi bitirirdi.

Mahmut Efendi, hayata veda etmeseydi bu işi asla bir başkası üstlenemezdi. Zaten kendi başına isim koyan da yine köy ahalisi tarafından ayıplanırdı. Salih ismi de güzel ahlaklı anlamına geldiği için kendi öz dedesi Mahmut Efendi tarafından bu isim konulmuştu o zamanın bebeği, şimdinin beş kız babası adama.

İsimler, insanın karekteri olur mu bilinmez ama Salih, gerçekten güzel ahlaklı bir insandı. O köy ahalisi içinde örnek düşüncelere sahip bir adamdı. İsmi karekteri olmuştu Salih’in.
Köyün değişmeyen ad koyma ritüeli de bu sayede kalıcılığını korumuştu.
Doğan bütün bebeklerin isim babası, dini bütün Mahmut Efendiydi...

Salih, bütün köy erkeklerinin ortak modası olan ve neredeyse her köylü erkeğinde bulunan koyu gri renkli, bilekleri lastikli, polip iple örülmüş, insanı olduğundan yirmi yaş büyük gösteren pijamalarını, çorabının içine koyup, yıkanmaktan rengi bozarmış şalvarını giymişti. Hava o kadar soğuk olmamasına rağmen, köy yerinde bir anlayış gelişmiştir. Hatta bu söz bir atasözü gibi kalıplaşmıştı. “Zengin ile sıcaktan zarar gelmez.”o sebeple hava çok soğuk olmasa da şalvarın altından o pijama hiç çıkartılmazdı.

Adam da ayaklanıp dışarı çıkmak üzereydi ki evde herkesin kendi telaşından bir kenarda unutulan ve yine sessiz sedasız beşiğinde gözlerini oynatan, kırkı yeni çıkmış Sitem'i gördü. Olduğu yerde kaldı, Sitem ile göz göze gelince. Gülümsemek istedi, yapamadı. Kucağına almak istedi, alamadı. Odadan gitmek istedi, gidemedi. Öylece Sitem'in güzelliğine, onun masumane bakışlarına daldı gitti...
"Benim güzel kızım..." diye geçiriyordu içinden de. O an, Hicran bir daha seslendi kocasına
-İyimisin, neyin var böyle, bir tuhaf davranıyorsun, hasta mısın diye sordu?

Salih seslenmedi, yok bir şey der gibi kafa salladı . O da odadan çıkıp avlu duvarının dibine çöküp, tütün poşetini eline aldı hemen.

Köy yerlerinde, bir şey yapılacaksa eğer bunun saati olmazdı. O an erken yada çok geç denmez, kapıya dayanılırdı. İşini göreceği yada aklından geçirdiği ne varsa, köy ahalisinin onu hemen eyleme geçirmesi gerekirdi. Evin sahibi uyudu mu uyandı mı? Fark etmezdi! Müsaitlik, yapılacak işten daha önemli değildi.

Hicranların kapısında da sabahın bu erken saatinde böyle le bir durum gerçekleşmek üzereydi.

Tahta kapıları, aniden arka arkaya, pat pat pat öyle kuvvetle vuruldu ki
Hicran, hayırdır inşallah deyip kapıyı koşar adımlarla açmaya ilerledi.

Kapı açıldığında, karşısında kayınbabası Osman Ağa'yı buldu. Kenara çekilip içeri girmesi için yol verdi. Adam bir hışımla avluda ilerledi. Hicran arkasından, hoşgeldin baba, dedi ama adam cevap vermek zahmetinde bile bulunmadı.

Hicran içinden" Ne de hak ediyorsun ya baba denilmesini zaten "diye söylendi.

Ne garipti, evlenmeden önce yabancı olduğun birine sırf evlendin diye" Baba" demek! Bunun başka bir çözümü yok muydu acaba? Neden baba demek zorundayız ki sanki, diye düşüne düşüne ilerledi ardından.

Salih, babasını görünce ayağa kalktı ve toplumun en büyük saygı göstergesi olarak yanan tütününü, arkasına doğru usulca saklayarak attı.

"Hayırdır baba ?" dedi Salih. Seni sabahın bu saatinde buraya, bu hiddetle getiren şey nedir?

Osman Ağa hiç duymamış gibi yaptı, etrafına oturmak için bir göz gezdirdi.

"-Yok mu bu evde oturacak bir şey?" diye yüksek sesle söyleniyordu ki Hicran yetiştirdi bir sandalye. Eliyle çekip aldı Hicran'ın elinden, ayakları sağa sola sallanan, oturunca gıcır gıcır ses çıkaran sandalyeyi.

Salih ile Hicran göz göze geldiler, bir birlerine ne olduğunu soran gözlerle...
Salih:
-Baba bir şey mi oldu? Sen bu saatte pek uğramazdın buraya..
Osman Ağa kendinden emin, suratı asık bir şekilde :
-Bekle, bekle hele göreceksin şimdi neden geldiğimi dedi.

Hicran ile Salih, daha da şaşırmış ve bir o kadar da meraklanmış bakışlarla birbirleriyle yine göz göze geldiler.

Kızlar o sırada analarının, hazırladığı bir şeyleri ayaküstü yemiş, okul önlüklerini giymiş, birbirlerinin saçını tarayıp örmüş, çantalarını sırtlarına almış, odadan avluya çıkmışlardı.

Dedelerini sabah sabah avluda görünce onlarda şaşırmışlardı. Kızlara karşı, herhangi bir sevgi gösterisinde bulunmayan dedelerine onlar da aynı duygular ile yaklaşıyorlardı. Kızlar, Dedeleri Osman Ağa'dan hem çekinir, hem de korkarlardı.
Korkmak en ulvi duyguydu bu tür yerlerde!
Korkmak saygıydı, korkmak sevgiydi!
Korkak insan iyi insandı! Bu böyle öğretilmiş böyle de kabul görmüştü bu topraklarda yüzyıllarca...

Bu durum Salih için de geçerliydi, babası ne derse o onun için yazılı olmayan bir kanundu. Bu güne kadar babasının asla sözünden çıkamamış, çıkmak istese de çıkamamıştı.
Bir tek Hicran, korkmaz , çekinmezdi ama o da karşı karşıya gelmek istemezdi, kayınbabası Osman Ağa'yla.

Osman Ağa, oturduğu sandalyeden
kızlara baktı. O an Ayşe ile göz göze geldiler.
Ayşe, bu dik dik bakışların nedenini anlamamıştı. Dedesi niçin böyle öfkeyle bakıyordu ona? Bir şey de yapmamıştı, bir suçta işlememişti... Ayşe, tedirgin oldu birden, bu bakışlar pek hayra alamet değildi.

-Biz gidiyoruz ana dedi Ayşe. Oradan bir an önce kaçmak istercesine, küçük kardeşi Yeter’in elinden tutup, Hasret’i de yanına alıp ilerliyorlardı ki

Dedeleri Osman Ağa
-Sen gitmiyorsun Ayşe! Geç içeriye!

O anda anlamamıştı kimse, dedeleri Osman Ağa'nın ne demek istediğini.

Herkes şaşkın kalakaldı. Ne diyordu bu adam!

-Duymadın mı kızzzz beni!

Gitmeyeceksin artık okula! Diye yineledi.
Okuma-yazmayı öğrendin, yaşın da büyüdü, sen de büyüdün, artık okul mokul yok! Oturacaksın evinde!

Hicran’a dönüp sert bakışlarla:
-Ver şuna bir yazma! Bağlayacaksın başını da artık dolanmayacaksın öyle sokakta, saçlar başlar açık! Kimin kızı okumuş ki sen okula gidiyorsun! Büyük kızlar gitmez okula, oturur evinde iş öğrenir, vakti geldimi de evlendirilir.

Ayşe donup kalmıştı olduğu yerde, kardeşi Yeter’in elini bırakmıştı farkında olmadan, iki kolu iki yanına düşmüştü. Anlam vermemişti dedesinin söylediklerine! Ne diyordu dedesi! Ne karışıyordu okula gitmesine! Gözleri doldu Ayşe’nin önce babasına baktı. Babası alnını yere dikmiş, öylece duruyordu, bakmıyordu Ayşe’ye. Derken anası Hicran ile göz göze geldi.
Baktılar birbirlerine ikisinin de gözlerinde çaresizlik vardı. Ne diyeceklerini ne yapacaklarını bilemiyorlardı o an ana-kız.
Ayşe başına gelen bu kötü sürprize bir anlam veremiyorlardı.

-Duymadınız mı beni! Ne bakıp duruyorsunuz birbirinize! Okula gitmeyeceksin artık, anladın mı gitmeyeceksin! Diye hiddetle ayağa kalktı dedeleri Osman Ağa. Ve hırsını alamayıp Hiç bir suçu olmayan Ayşe’ye bir de okkalı tokat attı.

Anası Hicran, olduğu yerden sıçramış, ama töreler görünmeyen iple, Hicran’ın ayaklarını bağlamıştı. Olduğu yerde sıçramakla kalmıştı sadece.
Kollarından tutmuştu töreler, büyüğe karşı gelinmez diye kulağına fısıldayıp, hemen hatırlatmışlardı,yazılı olmayan kanunları!

Ne olduğunu anlamamıştı Ayşe!
Ne olacağını da anlamamıştı...
Bir an da gözlerinden sicim gibi akan yaşlar, sessiz bir çığlık gibi aşağıya doğru yanağından süzülerek ağzına akmıştı. Tuzlu gözyaşları ,dudağının aralığında birikip kalmıştı.
Mallarının, mülklerinin, yemelerinin, içmelerinin tek mülkiyet sahibi dedesi Osman Ağa ,kader çizgisini kırmızı kalemle çizer gibi belirlemişti işte Ayşe’nin.
Anadolu’nun hemen her tarafında karşımıza çıkan ,"kız dediğin okumaz evinde oturur" anlayışı bu kez de Ayşe’yi gelip bulmuştu...
Usulca çantasını omuzundan indirdi Ayşe.
Kaderine teslim olup olmamak arasındaki ince çizgide, anası Hicran’a bir kez daha baktı.
Tek dağı, tek dayanağı anasıydı ama o da olduğu yerde kalakalmıştı!
Yine töreler mi kazanacaktı?
Yazılı olmayan kanunlar, yazılı olanları alt mı edecekti yine?..