Cumhuriyet Türkiye’sinin Sekülerlik Politikası: Kurumlar

Siyaset Bilim - MURAT AYDIN

Cumhuriyet Türkiye’sinin Sekülerlik Politikası: Kurumlar
Merkeziyetçilik üzerine kurulu olan Osmanlı devlet örgütlenmesi, öz itibariyle laik bir yapıya sahip olmakla beraber şeyhülislamlık giderek sadrazamlıkla eş değer olmaya başladığı gibi toplumsal alanda otorite meşruiyetinin güçlendirilmesinde de işlevselleştirilmiştir. Buna karşın otoritenin zayıflaması, devlet adamlarının yönetsel alanda etkin olması; devletin, artan toprak kayıplarını durdurmak ve milliyetçilik karşısında devletin çok uluslu yapısını sürdürmek veya otoriteye bağlılığını sağlamak amacıyla araçsallaştırdığı İslamcı politika XVIII. yüzyıldan itibaren devletin işleyiş yapısına yönelik müdahalelere engel oluşturmuştur.
Devletin yönetselliğine müdahale XVIII. yüzyıldan itibaren kısmen başarılı olabilmiş ise de ıslahatların toplumu dışlamış olması modernleşmenin toplum-devlet bütünlüğünün ikilemiyle sonuçlanmıştır. Üst yapıda, devletin merkez biriminde, değişime yönelik girişimlerin karşılaştığı engeller çeşitli mekanizmalarla devre dışı bırakılabilmiştir. Ancak toplumsal düzeydeki geleneksel kültürün aşılabilmesi bilinenin ötesinde çaba ve zamanı gerektirmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinin kadroları başından itibaren bu zorluğu farkında olarak milli mücadele döneminden itibaren eğitim politikasının gerekliliği ve yaygınlığına ilişkin hassasiyeti göstermişlerdir. Yasal düzenlemeler, kültürel faaliyet ve toplumsal alandaki örneklerle toplumsal sermayeyi revize etmeye yönelik adımlarla desteklenen inkılâplar devletin geleceğini teminat altına alma ve cumhuriyet rejiminin ihtiyacı olan insan sermayesini temin etmek amacıyla kullanılmıştır.
Toplumsal ve siyasal koşullar nedeniyle tek parti döneminde icra edilme gücü had safhaya ulaşan inkılâplar, çok partili dönemle farklı bir kompozisyon özelinde yeniden şekillendirilmiştir. Bu yapılanma rejimin görünürdeki yapısını korumakla birlikte buna varlık kazandıracak toplumsal sermayenin üretilmesini eskiye nazaran geri plana bırakmıştır. Kemalist yönetim döneminde geri planda bırakılan geleneksel kimliğin aktörleri ve mekânsal oluşumları, bilinçli veya bilinçsiz şekilde katkı sundukları toplumsal işleyiş, temelde sisteme risk oluşturmadığı sürece dokunulmak istenmeyen bir unsur olarak kabul edilmiştir. Politik olanın üretilmesi ve toplumsallaştırılması toplum için değil, bilakis siyasal iktidarla politika arasında doğrusal bir algıyla tasarlanmıştır. Başka bir ifadeyle politik olan şey sadece iktidarla anlam ifade ederken toplum sadece bu anlama meşruiyet kazandıran bir aracı mekanizmadır. Bu nedenle siyasal alan parlamentoya taşınan ve özne haline gelen kanaat önderlerinin işgaline uğramasıyla devletin işleyiş mekanizmasının niteliği arasında irticanın gündemleşmesi paraleldir. Diğer yandan toplumdaki düşünce yapısının geleneksel aidiyetlerin dışına çıkamaması, çıksa bile yeterli toplumsal değerin oluşamamasından dolayı etkisiz kalmaktadır.
Siyasal iktidarla devlet-toplum arasındaki doğrusal ilişkinin irtica riski ise daha çok kurumsal yapıların (özellikle TSK’nin varlığıyla) aracılığıyla oluşturulan mekanizmaların üstlendiği tamponla geçiştirilmeye veya aşılmaya çalışılmıştır. Oysaki toplumsal olandan hareketle yapılması gereken müdahalenin kurumsal olanla sürdürülmesi mevcut çıkmazın omurgasını oluşturmuştur. Netice de politik dengelerin değişmesi, rejim ve siyasal İslam tartışmalarını gündeme taşırken toplum son kertede politik aktörlerin aklına gelmektedir. Böylesi bir gerçekliğin ardında ise geleneksel toplum yapısının niteliği, ideolojik kamplaşmaların keskinliği, siyasal elitlerin iktidar merkezli düşünselliklerinin varlığı ve toplumsal olana ilişkin tahayyüllerinin kendi iktidarlarıyla eş değer görmelerindeki kısırlık yatmaktadır. Böylesi bir gerçeklik sadece asker-sivil çatışmasının sürekliliğini değil, kimlikler özelinde somutlaşan hegemonya mücadelesindeki politik gücün kaynağını da belirginleştirmiştir. Bu güç olgusu bir yandan kendisi için gerekli toplumsal sermayenin varlığını korurken bir yandan da kendisini bu tabansal yapıyla özdeşleşecek şekilde konumlandırmıştır. Politik alanın güç dengesinin tek taraflı yoğunluk kazanmış olması, süregelen ve inşa edilmeye çalışılan devlet kimliğinin teorik niteliği, kurumsal yapıların sahip olduğu kimliğin varlığına indirgenmesiyle sonuçlanmıştır. Başka bir ifadeyle sekülerlik vurgusu topluma içkin olması gerekirken ve toplum üzerinden anlam kazanacağı yerde siyasal ve toplumsal yetersizlikler, zihniyetin köhnemişliği nedeniyle kurumsal olanın desteği ve kimliği üzerinden anlamlandırılmıştır. Netice ise, mevzu bahis girdapların daha da çetrefilleşmesi ve içselleştirilmemiş olanın yapay algılara dayalı performansının yıkım olarak algılanmasından ibarettir…