Okumayı Sevmek / Sevdirmek – 1
Okumayı sevmeseydim, onu ne öğrencilerime sevdirebilirdim ne de tek bir yetişkin insana. Okuma sevgisi, öğrenilebilen bir olgu. Ancak uygun olanak ve koşullar gerekiyor bunun için. İnsanın içinde itici bir güç varsa; ardından bir de gerekli özen ve çaba gösterilirse, beklenen sonuca ulaşmamak için bir neden kalmıyor.
Ben, ilkokulda edindim okuma alışkanlığını. Ancak, bendeki kitap sevgisi ve okuma ilgisinin kökleri, ilkokul öncesi yıllarına uzanıyor. 1940’lı yılların yoksul kış gecelerinde, kalabalık soframızda akşam yemeği yendikten sonra Dedem ya odasına çekilir ya da bir komşuya oturmaya giderdi. Hem mutfak hem de oturma ve yatak odası olarak kullanılan kışlık yer odasında yedi kişi yerimizi alır almaz, gözlerimizi Mustafa Ağabey’e çevirirdik.
Mustafa Ağabey, ocağın bulunduğu duvardaki rafa uzanıp oradan Kerem ile Aslı, Âşık Garip, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Şahmeran, Hz. Ali Cenklerinden sıra hangisindeyse onu alır, duvarda asılı gaz lambasının sağındaki sandalyeye otururdu. Bir akşam önce kaldığı yerden ya da sıra hangi kitaba gelmişse başından, yüksek sesle okumaya başlardı. Kitapta anlatılan olayların arasında yer alan deyişleri Mustafa Ağabey, halk âşıklarından dinlediği gibi ezgileriyle okurdu. Çıt çıkmazdı kimseden, okuma süresince. Bir ara yengem sessizce kalkar, yiyecek bir şeyler getirir, aralara koyardı, o kadar.
Başkalarını bilmem; ama ben, okunanların tümünü can kulağıyla dinlerdim, her akşam. Dinlediklerimin kimi acı, kimi sevindirici etkisiyle kimsenin bilmediği ve görmediği inanılmaz güzellikte renkli ve zengin düşler kurardım. Bir gün, beş gün değil; bütün bir kış boyu sürerdi bu okumalar.
Bir de Karagöz adlı gazete çıkardı, o zamanlar. Bu gazete köylere dek ulaştırılırdı. Gazetenin ilk sayfasındaki Karagöz’le Hacivat’ın resimleri, bugün bile gözlerimin önündedir.
Ara sıra uğradığım Niyazi Dayımlarda da karşılaşırdım kitaplarla. O kitaplardan bazılarının içinde renkli resimler çıkardı karşıma. O resimlerin tüm ayrıntılarını bir daha bir daha izler, inceler dururdum.
Günler, aylar, yıllar çabuk geçmiş, 1945-1946 öğretim yılında ilkokula başlamıştım. İster rastlantı deyin buna, isterseniz şans, okul yıllarım da kitap ilgimi ve sevgimi yoğunlaştırıp güçlendiren olanaklar sunmuştur bana. Ardanuç’un Yolağzı köyündeki Gülpaşa Eğitmenin ilk yıl okuttuğu Birinci Yıl Kitabı’ndaki okuma parçaları, bana doyumsuz hazlar yaşatıyor, okuma isteğimi tutkuya dönüştürüyordu. Bu parçalarda anlatılanların hemen tümü, benim köyde yaşadığım ya da gördüğüm, duyduğum olayları çağrıştırıyordu.
İkinci sınıftan sonra Aşağı Irmaklar’da (doğduğum, anne babamın köyünde) sürdürdüm ilkokul öğrenimimi. İkinci ve üçüncü sınıfı Ali Eğitmende; dördüncü ve beşinci sınıfı da annemden sonra eğitime açılan yolumun sağlam taşlarını döşemiş olan Ahmet Üstündağ’da okudum. Hiç unutmuyorum! Eğitmenimiz, bir dersimizde Oğuz Destanı’nı okumuştu bize. İçerdiği olağan ve olağanüstü olayları ve yalın anlatımı ile bu destan, deyim yerindeyse, büyülemişti beni.
Ertesi yıl (üçüncü sınıfta), okulumuzun kitaplığında Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Karacaoğlan ve ilgimi çeken başka kitapla karşılaşmış ve nasıl sevmiştim onları, bilemezsiniz. Sanırım, Amerika’yı keşfeden kişi, bu denli mutlu olmamıştır.
1928’de açılmış, Aşağı Irmaklar‘da okul. Çevresindeki 13 köyün çocuklarına da bu köyde öğrenim yapma olanağı sağlanmış. Ayrıca o yıllarda Milli eğitim Bakanlığı, halk kitapları genel başlığı altında, sözünü ettiğim türden kitaplar yayımlıyor; bunları, okulu olan her köye ulaştırarak hem çocukların hem de yetişkinlerin okumalarını sağlıyormuş.
Eğitmenimiz ve öğretmelerimiz, her fırsatta bize kitap okumamızı öneriyor, kimilerini de sınıfta okutarak okuma hevesimizi kamçılıyorlardı. “Çocuktum ufacıktım. / Top oynadım acıktım. / Yerde buldum bir erik, / Kaptı bir alageyik. / Kaçtı hemen ormana.” diye başlayan Alageyik adlı manzum masalın damağımdaki tadı, o günlerden kalmadır.
Beşinci sınıftaydık. Öğretmenimiz ve Başöğretmenimiz Ahmet Üstündağ, bir gün İlyas’la beni, bir piyes kitabı getirmek için, bize komşu olan Cevizli Köyü İlkokulu Başöğretmenine yolladı. Bir piyes sahneye koyacaktık, beşinci sınıflar olarak. Mart ayının güneşli bir günüydü. Her yan, bir metreye yakın karla örtülüydü; ama sıcak denebilecek bir hava vardı. Oradan Karagöz’ün Yazıcılığı adlı piyes kitabını alıp öğretmenimize getirmiştik.
Birkaç gün sonra Ahmet Üstündağ, odasına çağırdı, bir grup öğrenciyi. Ben de çağrılanlar arasındaydım. Oyundaki rollerin dağılımı için çağrıldığımızı öğrenmiştik; sevindik. Rol bölüşümünde bana, oyundaki Himmet rolü düşmüştü. Karagöz ve Hacivat rolleri, sınıfımızın en uzun boylu öğrencilerine verilmişti. Karagöz rolü verilen arkadaş, rolünü ezberlemede zorlanınca, kısa boyuma karşın, o rol bana verilmişti, bu kez. İlyas da Hacivat’ı oynuyordu. Önce okuyarak, sonra da ezberlemiş olarak günlerce sürdürmüştük provalarımızı. İlyas’la karşılıklı atışmalarımız, her provaya hoşluk katıyordu.
Oyunumuzu olgunlaştırdıktan sonra, okul salonunun bir köşesinde öğretmenlerimizin, tabanını öğrenci masalarından, perdelerini de cicimlerden oluşturdukları sahnede, kadınlı erkekli köy halkına sunduk. Okuma sevgim üzerinde bu çalışmamızın da önemli etkisi olduğunu sanıyorum.
Yine beşinci sınıfta, yılın başında eğitici kollara öğrenci seçiliyordu. Ben de gazetecilik kolunda görev almıştım. Bizim kola seçilen öğrencileri öğretmenimiz Ahmet Üstündağ, bir gün öğle paydosunda, Başöğretmen Odasında bir araya getirmiş ve aramızda görev bölümü yapmıştı. Bana, gazetenin başmuharrirliği (başyazarlığı) görevi ile gelen yazıların büyük kareli kâğıda elle yazılması görevini vermişti öğretmenim. Gazetemizin her sayısına başmakale yazacaktım. Başyazarı olduğum duvar gazetemizin ilk sayısını salona astığımızda duyduğum mutluluğu anlatabilmeyi çok isterdim.
Teneffüslerde, öğle paydoslarında gözüm hep duvar gazetesindeydi. Uzaktan, sezdirmeden okuyanları izliyor ve gizli bir gurur duyuyordum, başyazının yazarı olarak. Yazdığım başmakalenin konusu, başlığı; gazetemizin adı ne idi? Şu anda hiçbirinden, en küçük bir iz yok bilincimde. Ama o yaşantıların hazzı ve izi, benimle birlikte oldu hep.
Sonrası mı? Sonrası bir sonraki yazımda.