GÖLGESİZ KADINLAR KERVANI

Yaşam Bilimleri - SERPİL ARI YILMAZ

GÖLGESİZ KADINLAR KERVANI

Yalnızlık...
ne derin, ne manalı, ne acılı, ne sancılı bir kelime değil mi? Kimisi buna evet derken, kimisi bu benim tercihim de diyebilir. Ama bana soracak olursanız yalnızlık, insanı güçlü kılan tek olgudur.
Yalnızsan eğer her şeyi yapma gücünü kendinde görürsün ve ilginç şekilde her şeye de gücün yeter. Yorulmak gibi bir lüksün yoktur yalnızlıkta... Azıcık nazlanmak gibi ... Azıcık şımarıklık yapmak gibi...Azıcık boş vermek gibi... Azıcık el ense yapayım yahu bugün de yan gelip yatayım demek gibi... Hakkın yoktur tüm bunlara. Bana ne diyemezsin hayata karşı yalnızsan...Bazen sesli olmasa da peki dersin bir çok şeye, peki demek zorunda olduğunu hissedersin. Kendi kendine konuşur, kendi kendine cevap verir, kendi kendine kızarsın...
Yalnızlık, içinde, kalabalık bir klasik koro gibidir. Altolar ayrı, sopranolar ayrı sesler çıkarırlar, tam melodiye hakim olacakken bu defa bas ve tenorlerin sesi yükselir...
Sonra aman be aman dersin, tamam ey hayat burdayım işte, tek başıma ve dimdik karşında...
Sonra tutunmaya çalışırsın bir şeylerden. Bu her şeyindir aslında o an için; yataktaysan komidinden, mutfaktaysan tezgahtan, sokaktaysan bir duvardan... Ve hayatın akışına bırakırsın kendini...
Oradasındır, bulunduğun yer her neresi ise oranın tam merkezinde ve tek başına...

Hicran’da tutunmuştu işte...Tutunmak zorunda kalmıştı... Tutunmalıydı...
Yattığı yatağının başucunda bir komidin olmadığı için duvara tutunup kalkmıştı, doğum yaptığı günün sabahı.
Ne başucunda karabasan görür diye bir bekleyeni, ne bir bardak su vereni olmuştu doğurduğu günün gecesinde...

Köy yerinde ışıklar erken söner, horozlar erken öter... Akşam yemeğinden sonra sanki genetik bir hastalıkmış gibi herkes durmadan esner, bir saate kalmadan da yataklar yan yana serilir ve herkes yerine çekilir. Kışsa eğer, soba sönmeden yataklar ısınsın diye, sofra toplanır toplanmaz başka bir sofra seriliyormuş gibi hemen ardından yataklar getirilir.
Evin çocuklarının, tek başına bir yatakta yatma lüksü de yoktur köylerde, her yatağa en az iki çocuk... Gerçi şehrin soba tüten kırsallarında da durum pek farklı değildir buz gibi odada tek başına yatmak mangal gibi yürek ister... Tavanı buz tutmuş evlerde, yatak ısınsın diye çırpınarak yatak ısıtmak, eski bir gece egzersizidir gecekondu ve köy çocuklarında...

-"Nefesini verme! Dön öbür tarafa!" der bir kardeş diğer kardeşe...

-"Üşüyorum, dönersem soğuk giriyor aradan sırtım üşüyor." diye yakınır öbürü...

-"Bana ne! Dön yat."diye söylenir tekrar diğeri...

-Çekmesene yorganı!..

-Öteye yat ,azıcık kuru yerde yatacağım...
-Gülmesene sen uyuyacağım...

-Çişim geldi benimle tuvalete gelsene korkuyorum...

-Cehenneme git emi! Yatmadan niye yapmazsın ki...

-Hadi hadi çok sıkıştım

-Bana ne altına işe...

-Yaparsam sende yatamazsın. Offf hadisene!
-Allah belanı versin emi! Tamam kalk hadi yürü...

gibi cümlelerde yatakların tekerlemeleri gibi hemen her akşam tekrarlanır Işıklar sönünce iki odalı evlerde...

Hicran’ın nazlanma, sızlanma, söylenme, yan gelip yatma lüksü yoktu...
Yalnızdı bu hayatta. Köyünde kendi kanından ne bir karfeşi. ne bir teyze, hala, amcası vardı...
Baba hepten kayıp, anne çoktan yerin altında çamurlara karışmıştı...
Yalnızlık, tercih değilse eğer, bunu kabullenmek ne büyük bir acıdır insanlar için...
Zorunda olunan her şey zordur!
Zorundalık, insanın canını sıkan hatta bazen yakan, ruhunu daraltan, insanlığını kiralayan, kendisiyle verdiği en büyük savaştır. Ya savaşırsın zorunda olamamak için ya da sinip, silikleşip kabul edersin olağan ve olacak her şeyi...
Ama hayatın seni barındırma şartı da budur. Yoksa kusar hayat seni atar dışarıya...

Üstünde ki çiçekli basma geceliği çıkardı Hicran. ilkin gözü şalvarını aradı odanın içerisinde, iki şalvarı vardı zaten, birisinin dizi delinmişti hatta. Bulsaydı fark etmezdi onu da giyerdi, karnında derinden gelen bir sancı olmasına rağmen üstünü değiştirmeyi tek başına başarmıştı. Başı dönüyordu hafiften ama kulak asmadı buna, kendini şöyle bir dinledi. Bir kenarda atılı duran kuşağını aldı beline sardı. Üzerine naylon ipten örülmüş örgü yeleğini giyip Kurtuluş savaşında cepheye giden kadınlar gibi kuşanmıştı kendince..Belki kurtuluş savaşı değildi içinde bulunduğu durum ama düşman olmadan da hayata karşı savaşmak zorundaydı gölgesizce...Kimse yoktu etrafında, bir işin ucundan tutacak. Büyük kızı Ayşe’ye de kıyamıyordu. Kendi çocukluğu geliyordu aklına çektiği onca çile... Bari Ayşe'm yaşamasın anasının yaşadıklarını diye her işe kendisi koşturmaya çalışıyordu. Ama kızları hayırlıydı;küçücük bedenleriyle güçlerinin yetmeyeceği işlere bile koşturuyorlardı. Hicran istemese de...

Birden içi cızladı Hicran'ın! Tamamen unutmuştu ama o an hatırladı...
İnce bir sitem geçti içinden...
Döndü baktı beşiğe içinde sesi soluğu çıkmadan öylece gözleri kıpır kıpır bir bebek...
ilk defa gülümsedi Hicran ve sanki ilk defa doğurmuş gibi heyecanlandı...
Kucağına almak istedi bir an ama buna da cesaret edemedi...
Ne oluyor bana diye geçirdi içinden, Sitem en masum haliyle bakıyordu gözlerine...
Bebeklerin gözleri kırkı çıkmadan görmez, kulakları duymaz derlerdi eskiden beri...
Ama Sitem bebek resmen görüyor, işitiyor gibi annesinin gözlerine dikmişti gözünü...
Bak diyordu sanki,gözlerime bak ana...
Sitem isminin anlamı yüzüme yansıyor değil mi?
Şimdi nereden başlamalıyım ben siteme...
Karnındayken duyduğun endişelerden beni bir kez olsun sevemedin bile...Karnının içindeyken kaç kez uzatıp dokundum sana, bir kez olsun dokunmadın bile karnına...
Karnından çıkana kadar cinsiyetsizdim ve böyle belki de daha kıymetliydim...
Kız olduğumu duyduğun an sırtını dönmen, beni kucağına almaman, yüzüme bakmamam, beni doyurmaman, beni istememen... Bakışları konuşuyordu Sitem’in. Bıraksalar binlerce yıllık törelere bir destan yazacak gibi hem de!

Hicran bir an duraksadı neler düşünüyorum ben bebek konuşur mu hiç deyip. Sitem'i sitemleriyle baş başa bıraktı. Emzirmeyecekti Sitem'i bunu istemiyordu, zaten sütü de olmazdı öyle çocuklarını doyuracak kadar...
Nişe derlerdi köy yerinde, buğdayın özü. Onunla büyütmüştü diğer çocuklarını da yine aynısını yapacaktı. Diğerlerine bir şey olmamıştı buna da olmazdı elbette. Hele bu cin gibi bakan gözlere hiç bir şey olmazdı. Gidip ilk iş olarak şu nişeyi çalmalı Ayşe ile yollayıp bebeği doyurmalıydı.
Kapıyı açıp çıktı odadan, kızlar uyuyordu yanyana, hepsi ne kadarda güzeller diye geçirdi içinden.
Kocasının yatağına baktı, ama göremedi yatak boştu. Nereye gitti acaba sabahın bu tan vaktinde diye düşünüyordu ki dışarıdan burnuna ince bir tütün kokusu geldi. O yöne ilerledi kapı önünde ki duvara yaslanmış sardığı tütünü derin derin çekiyordu kocası...
Hicran'ı karşısında görünce önce şaşırdı ama sonra oluruna bıraktı orada hiç yokmuş gibi...
Neden kalktın? Yeni doğurdun, dinlenmen lazım gibi sözcükler, kocasının içinden geçse de dilinden dökülmezdi...
Sessiz kalmayı tercih etti Hicran'ın kocası,
Derin bir nefes daha çekti elindeki özensizce sarılmış tütünden, ucundaki ateş kıpkırmızı olup kağıdı cızırdattı. Ve kocası oturduğu yerde başını görünen tarlalara doğru çevirdi...
Hicran, anladı bu cızırtılı derin çekişlerin nedenini...
O da hiç bir şey demedi...
Aşağıya, avluya indi bulunduğu girişten.
Etrafa bakındı.
iki gün sancı çeke çeke doğurmaya çalıştığı için; ne ev gelmişti aklına ne mal ne mülk...
İnsan, derdine düştü mü somut olan hiçbir şeyin önemi kalmaz. Hayat, aynı zamanda hata kabul etmez bir patron gibidir esasında...Eğer sağlığın yerinde değilse elinden her şeyi çeker alır. Seni kapı dışarı bırakır, gözün hiçbir şey görmez. Her şey o an ipoteklenmiş mallar gibi senin olmaktan çıkarlar...

Temiz havayı içine çekti Hicran, kocasından tarafa dönüp bakmaya çekiniyordu, bakmadı da zaten.

Ne yapacağını bilmiyordu indiği avluda, her şeyi derleyip toparlamıştı kızları kendisi yatağında yattığı bu süreçte.

"Kızlarım! "dedi sonra içinden," benim canım kızlarım!"
Hayatın içinde bir yaprak gibi oradan oraya savrulmanıza izin vermeyeceğim.
Her zaman yanınızda, her zaman arkanızda olacağım. İzin vermeyeceğim sizi kimsenin üzmesine, izin vermeyeceğim bir el’in sizi incitmesine...
Okutacağım sizi okuyup kendiniz olmanız, kendi mutluluğunuzu kendinizde bulmanız, ayaklarınızın üzerinde durmanız için çabalayacağım.
-Ahh bu kadar işi bu küçücük bedenler nasılda becermişler. Bana yapacak hiç bir şey bırakmamışlar.
Hicran kendi iç sesiyle konuşurken artık ortalıkta aydınlanmaya başlamıştı.

Güneş yüzünü göstermeye, doğa hafiften doğrularak esnemeye başlamıştı. Karanlıktan aydınlığa usta bir ressamın kaleminden çıkmış gibi muhteşem bir renk dönüşümü başlamıştı işte...
Güneşe doğru kafasını kaldırdı Hicran. Uzaktaki sarp dağların arkasında, tüm kibiri yine üstündeymiş gibi kendini göstermeye başlamıştı güneş. Dünyayı aydınlatmakla yükümlü olan güneş bu topraklara gelince doğmak istemiyor, herkese burnunun ucundan bakarmış gibi yapıyordu. Belki de Hicran'a böyle gelmişti ama Hicran da kolay kolay bir kanıya varmazdı. Nedir bu güneşin bizimle alıp veremediği diye düşünüyordu...

Ayşe içerden çıkıp:"-Anaaaa!" diye seslenmese, Hicran kızları için kurguladığı dünyanın hatta evrenin içinde gezinip durmaya devam edecekti.

-Ana yetiş! Sitem çok ağlıyor ana! ...

Hicran bir an hiç kıpırdamadı olduğu yerden, güneşe doğru bakmaya devam etti ve kendi kendine söylendi.

Bu kadar erken mi ağlayacaktın bu dünyaya geldiğine Ey Sitem?

Yalnızlıktan mı?
Korkudan mı?
Açlıktan mı?
İlgisizlikten mi?
Çaresizlikten mi?
Sevgisizlikten mi?
Kimsesizlikten mi?
Adaletsizlikten mi?

Hangisidir seni böyle bağırtarak ağlatan? ..

Bu Dünya’ya, bu Coğrafya’ya, Bu topraklara...
Gölgesiz Kadınlar kervanına,

Aramıza
Yeniden Hoş geldin Sitem!..