Siyasal Düşünceler Tarihi IV: Yeniçağdan Günümüze

Siyaset Bilim - MURAT AYDIN

Siyasal Düşünceler Tarihi IV: Yeniçağdan Günümüze
Siyasal düşünceler tarihinde yeni dönem yeniçağla başlayıp dönemimize uzanan tarihsel aralığa tekabül etmektedir. Bu dönemin önemi ise yerleşik sınıfsal özellikler veya iktidar yapılarının meşruiyeti değil, daha ziyade haçlı seferleriyle başlayan doğu-batı ticaretiyle zenginleşen orta sınıfın feodalizmin kabuğunu kırmasıdır. Başka bir ifadeyle ticaret sermayesindeki artış ve dokumacılıkla başlayan üretim/sanayileşme kölelerin azat edilmesi ve tahıl üretiminden koyun yetiştiriciliğine geçişle sonuçlanmıştır. Aynı zamanda üretimin malikâneye taşınması, imalathanelerde üretim artışı için ücretli işçiliğin başlaması (ticaret sermayesinden sanayi sermayesine geçiş) iş bölümünün istikrarlaşması ve maliyette verimliliğin oluşturulması gibi bir dizi olguya da kaynaklık etmiştir.
Savaş teknikleri ve araçlarındaki değişimle maddi kısıtlılıkların belirmesi ticaret sermayesiyle güçlenen burjuvaziyi aristokrasinin önüne geçirmiştir. İktisadî güçlerine politik olanı da ekleme düşüncesi bulunan burjuvazi, XVI-XVII. yüzyılda aristokrasiye karşı monarşiyi desteklerken XVIII. yüzyılda ise özgürlük-eşitlik söylemiyle monarşiyle mücadele etmiştir. Görünürdeki bu politik çatışma, aslında; hümanizm, reform, rönesans ve aydınlanma değerleriyle monarşi ve aristokrasinin değer yargıları arasındaki var olma mücadelesidir. Tüm bu çabalar ortak dile dayalı iletişimle ulus ve ulus devlet bilincinin gelişiminde etkili olmuştur. Ayrıca iman-akıl özdeşliğinin kilise gibi aracıları yersizleştirdiğinden hareketle kilisenin devlete tabi olması(Münzer) veya devletten bağımsız(Calvin) olması düşünülmüştür. Toplum-devlet/iktidar ilişkisinde dinin halen varlık gösterdiği ve küçük kasaba burjuvazisinin sözcüsü Calvin’in yöneticilere mutlak boyun eğmeyi alın yazısı görmesine karşın, yeniçağ, hem bu anlayışın aşılmaya çalışıldığı hem de mülkiyet dokunulmazlığının kabul gördüğü bir dönemdir. Aynı zamanda iktidar kaynağı ilahi olandan soyutlanarak kuvvetten doğan bir olgu olarak topluma indirgenirken devlet de egemenin sindirme girişimlerine halkın direnmesinin sonucu olarak görülmüştür. Ancak düzen için yegâne şartın kuvvetle oluşup bölünemeyen iktidar(Machiavelli/Bodin) egemenliğinin mutlak ve sürekli olmasındaki denetim egemenin vicdanıdır. Yani akte vefa ve mülkiyete saygının olduğu doğa yasası ve egemenin yalnızca tanrıya karşı sorumlu olması aslında ataerkil aileden hareketle hukuksallığın oluşturulma çabasıdır. Oysaki egemenlik ve iktidara ilişkin asıl değişim burjuva siyasal hareketinin ilham kaynağı olan Hobbes, Locke ve Rousseau’nun görüşleridir.
İdealist felsefe yerine materyalist yaklaşımı benimseyen Hobbes’ta egemenlik sözleşmeden kaynaklı rızaya dayandırılırken otorite/devlet ise doğa durumunun eşitlikçi yapısının güvensizlik ve savaş halinin zorunlu sonucudur. Uyrukların müşterek rızasıyla oluşan fakat egemeni bağlamayan ve direnme hakkını içermeyen sözleşme düşüncesinin amacı aslında iç savaş ve zorbalık karşısında monarşiyi meşrulaştırmaktır. Her ne kadar yasa kaynağının halk olmasıyla(Brutus) direnme hakkının meşruluğu düşünülmüşse de çatışmasızlığa öncelik verilmiştir. Bu nedenle uyrukların egemene itaatleri hem zorunluluk hem de zorunlu olan özgürlükle ilişkilendirilmiş ve kilisenin, devlete bağlı ama tanrıya karşı sorumlu olan egemenin kimliğinde temsil edilmesi istenmiştir.
Özel mülkiyeti emeğe dayandıran, aklı doğa yasası gören ve bilgiyi tanrısallıktan çıkararak deneyimlere indirgeyen Lock’un sözleşme teorisi savaş olgusu ve mülkiyet güvenliğine dayanmaktadır. Devletleşmenin başlangıcı olan ve kaynağını halktan alan sözleşme, aslında bir hak devri olsa da devredilen haklar(siyasal ve toplumsal) sınırsız değildir. Yani yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkının ihlali veya baskı ve şiddetin geniş kitlelere sirayetinde devrim hakkı saklıdır. Diğer yandan erklerin bağımsızlaşma, gücü kötüye kullanma ya da özel çıkar ve erkler arası hegemonya amacı taşıyan yasal düzenlemelere karşı kuvvetler ayrılığı benimsenmiştir. Lakin toplumsal ve coğrafi şartların siyasal yapıları etkilediğini belirten Montesque’ya göre evrensel mahiyetli iyi bir yönetim olmadığından güven kaynağı olan geleneksel kurum ve yasaların değiştirilmesi uygun değildir. Zaten, sınıf aktörlerinin çıkarlarını temsil eden yönetsel birimler öncü sınıfın hegemonyasından bağımsız değildir. Özgürlüğün; halk ile kral arasında aracı kurumların olmamasının(aristokrasi) sonucunda monarşiye ve onun asker sınıfının onur duygusuna; halkın siyasal erdemine ya da kamu ruhuna dayanan ve uyrukların korku veya köle ruhlu oluşlarının sonucunda despot yönetime yenilmesi de bu yüzdendir. Yine de, eşitsizliği ve sınıfsallığı yani doğa durumunun bozulmasını inanç yerine iktisadî olgularla(mülkiyet ve uygarlık/tarımsal üretimle yerleşik yaşama geçilmesi) açıklayan J.J. Rousseau, kişisel çıkarla toplumsal çıkarı bütünleştiren genel irade teorisini geliştirmiştir. Kişi, grup, topluluk veya bir sınıfın temsil edebileceği genel iradenin özü toplumsal yarar(kamu menfaati) olup çoğunlukla veya yönetim yapısıyla ilişkili değildir. Bilakis, toplum(tek tek kişiler), doğa durumundaki haklarını ve doğal özgürlüklerini –güvenceli uygar haklar ve uygar özgürlükler kazanmak adına- egemene, devlete ve topluma devretmesiyle sözleşme gerçekleşmektedir.
Yukarıda görüşlerine başvurulan düşünürler, kendi dönemlerinin sorunları aşmak için ortaya koydukları fikirleriyle modern dönem siyasallığını etkilediler. Rousseau, burjuva demokratik düşünürlerini özellikle XVIII. yüzyıl burjuvazisinin siyasal görüşlerini ve Hegel’in otoriter devlet anlayışını geliştirmesine; Machiavelli, burjuva düşüncesinin sekülerleşmesinin ve bilimselliğinin ilham kaynağı olmuştur. Yine geniş anlamıyla yaşam ve özgürlüğü kapsayan mülkiyetin dar anlamdaki emek boyutu Ricardo’nun emek-değer kuramının ve Marx’ın görüşlerinin kaynağı olacaktır.