Siyasal Düşünceler Tarihi III: Roma İmparatorluğu ve Latin Dünyası

Siyaset Bilim - MURAT AYDIN

Siyasal Düşünceler Tarihi III: Roma İmparatorluğu ve Latin Dünyası
Roma İmparatorluğu ve Latin Dünyası, feodalizm nedeniyle düşünsel alanda gelişmemiş olup, eski Yunan siyasal düşünüşünün sosyal sınıf, iktidar ve devlet tahayyüllerini sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla eşitsizliğin biyolojik, fiziksel ve mülkiyetle açıklandığı(St. Thomas) bu dönemin toplumsal formasyonunu düzen için hiyerarşi fikri belirlemiştir(sahte Dionyos). Bu yaklaşımla toplumsal yapı feodalizm, pazara yönelik üretim ve hegemonikleşerek meşruiyet kaynağı olan dinin hiyerarşisi içinde şekillenmiştir. Dolayısıyla kentin orta sınıfını (kent soylular) oluşturan tacir ve zanaatçılar sayılmazsa serfler ve üretim araçlarına sahip soylular ayrımı oluşmuştur. Başka bir ifadeyle Roma’nın toplumsal bileşenleri yoksullar(proletarya), kent soylu sınıfı (halk olarak geçen zengin plebler) ve iyi örgütlenmiş büyük toprak sahipleridir(particiler/yöneticiler). Doğu Roma da ise toplumsal sınıfların görünümü spor kulüpleri üzerinden somutlaşmıştır. Yeşil renk sermayenin (para oligarşisinin, zengin sanatçıların ve tacirlerin) mavi renk ise toprak aristokratlarını temsil etmiştir.
Roma İmparatorluğu ve Latin Dünyasında kabile örgütlenmesinin siyasal toplumsallaşmanın önünde engel olması, Cermen akınları ve barbar saldırıları, zırhlı süvari birliklerinin gelişimi ve özellikle egemen askeri aristokrasinin tarımla uğraşan yerli halkı serfleştirmesinin feodal düzeni ortaya çıkarmış olması muhtemeldir. Bu durumun yarattığı korunma ihtiyacı toprakların kaybı ve toprak sahipliğinden kiracılığa dönüşüm ve köleliktir. Kölelilik, iki hususla önemsizleştirilmekte ve meşrulaştırılmaktadır. İlki şehvet, hırs, şeref, korku vb. gibi ahlaki olgularla herkesin birer köle olduğu ve ölümden sonraki(gökteki devlet) hayatın önemsenmesi gerektiğidir(Seneca). İkincisi ise eşitsizliğin günahın sonucu olarak tanrı takdirinden kaynaklandığının hegemonik meşruiyet kaynağı olan din aracılığıyla meşrulaştırılmasıdır. Bu dönüşümün maddi boyutunda ise artan savaş maliyeti ve vergilerle devletin kiraladığı arazilerde üretim yapan kiracıların kentlere göç etmeye başlamasının yasal olarak engellenmesi, emeğin niteliğinin kiracılıktan serfliğe dönüşmesi ve üretimin lâtifundiadan malikânelere taşınması bulunmaktadır. Tarımsal işletmelerin malikâne bünyesinde yer alan demircilik, çömlekçilik, marangozluk gibi zanaat dallarını kapsaması kentin üretici yapısının gerilemesine ve dolayısıyla taşra hegemonyasının kente dayatılmasını tetiklemiştir.
Lüksle ahlaki bozulmanın doğrusal olduğunu belirten Seneca; zanaatlara, iktidara karşı hegemonya yarattığı; eşitsiz iktisadî duruma ve mülkiyete ise ahlaki gerekçelerle karşıdır. Bu nedenle devletin geleceği açısından erdemliler yönetimde bulunmalı ve toplumsal yarar için bilge politikayla ilgilenmelidir. Tamda bu aşama da dönemin devlet tartışmalarında farklı perspektifler öne çıkmıştır. İlk yaklaşım devletin zorunlu olan kötülüğün(tanrının takdiri olan köleliğin) sonucu olduğudur. İkincisi siyasal toplumun, devletin, insanların toplumsal eğilimlerinden doğması, doğanın ürünü, hatta doğayı tanrı yarattığından tanrıyla özdeşleştirilmiştir(Parisli John). Üçüncüsü başlangıçta kuvvetle, sonrasında ise akılla şekillendiğidir. Bu akıl, yasayla özdeş iken (tanrısal aklın yasayla özdeşliği/ilişkisi) devlette halkla özdeştir. Yani, devlet ortak yarar, amaç ve uyum içeren hukuksal bağlarla birleşmiş insan topluluğunun ifadesidir(Cicero). Keza, devlet anayasa niteliğiyle yani yönetim biçimiyle varlık kazanırken yönetimler açısından tarih bir bozulma düzelmenin tezahürüdür(Polybios). Bu bozulmanın ölçütlerinden biri artan refahla birlikte tutkulardaki ölçünün aşılmasıdır. Devleti tanımlamak kadar devletin sürekliliğini oluşturmak da dönemin tartışmaları arasındadır. Devletin, dolayısıyla siyasal toplumun, teminatı gücün erklere dağıtılması ve ideoloji olarak inanışın kullanılmasıdır. Ancak dinin evrenselliğindeki gereklilik devlet için geçersiz görülerek dinsel alanla siyasal alanın ayrılığı önerilmiştir(Parisli John/Papa Gelasius). Oysa ideal yönetim olarak monarşinin tekliği(Eusebius) zorun(güç/kuvvet) kullanımını meşrulaştıran tanrının tekliğiyle ilişkilendirilmiştir(Salisburyli John). Dolayısıyla Hıristiyanlığın siyasal düşünüş olması(Paulus) yönetim kaynağının tanrı ve öncelenen kamusal çıkara dayandırılması(St. Thomas) organizmacı toplum düşüncesini geliştirmiştir (Salisburyli John).
Egemenlik kaynağının mülkiyet(Augustinus) veya kilise aktörlüğü olarak görüldüğü Roma ve Latin Dünyasında yönetenin bilge (Cicero) veya erdemli olması istenmiştir. Kölelerin, yabancıların ve kadınların vatandaş olmadığı (Bartolus) bu yaklaşımda yönetime ait şeyler aristokrat sınıfa atfedilir. Monarşi yönetimiyle toplumun amacı, iyiliği ve mutluluğu arasındaki doğrusal ilişkide her şeye rağmen boyun eğmesi gereken halk ve tanrıya hesap veren bir yönetici ayrımı kabul edilirken mutluluk, din adamlarının sorumluluğundaki öte dünya düşüncesiyle bütünleştirilmiştir. Dağılmayı önlemek amacıyla feodal örgütlülüğe sahip kiliseye yaslanılması sonucunda din adamları, devleti yönetebilmek için teoriler geliştirirken kilisenin iktidardan(devletten) üstünlüğü de öne çıkmıştır(Salisburyli John). Toprak mülkiyetinin mirasına izin verilmeyen Doğu Roma’da ise her türlü gideri imparatorlukça karşılanan kilise üzerinde sivil otoritenin müdahale imkânı doğarken kilisenin devlete bağlı olduğuna yönelik görüşü güçlendirmiştir.
Roma imparatorluğu ve Latin Dünyası, eski Yunan siyasal düşünüşünün etkisinde olmakla beraber geleceği etkileyen uygulamaları da bulunmaktadır. Kapitalist üretimiyle bu dönem uygarlıkları sözel ve yazılı yasal düzenlemelerin dışında sıkıyönetim ve diktatörlüğü(Sezar) siyasal düşünce ye kazandırmıştır. Yine bu dönemin en önemli katkılarından biri eşitlik, sadakat, hakkaniyet, özel mülkiyetin korunması, anayasanın uygulanması, kasıt öğesine önem verme, kamu-özel hukuk ayrımı gibi ilkeleri barındıran amaç odaklı hukuk anlayışıdır. Ayrıca XVIII. yüzyılda devleti sözleşmeyle açıklayan Batı düşünürleri feodal dönem sözleşmeleriyle (Magna Carta ile sağlanan haklar) roma hukuku, halk ve Cermen kabilelerinin birikimiyle oluşan Ortaçağ Roma siyasal düşünüşünden etkilenmişlerdir. Aşağıdan yukarıya itaat, yukarıdan aşağıya himaye düşüncesinin egemen olduğu bu dönemde yapılan haçlı seferleri de bir diğer tarihsel dönemeçtir. Çünkü bu girişimle başlayan doğu-batı ticareti, burjuvazinin gelişmesini sağlarken antik Yunan ve Roma yapıtlarının yeniden elde edilmesine ve dolayısıyla kültürel uyanışı temsil eden Rönesans’a kaynaklık etmiştir. Bu birikim aynı zamanda IX. yüzyıldan sonra ilahileşen egemenliğin kaynağı, burjuvazinin girişimiyle XIII. yüzyıldan itibaren yeniden halk olgusuyla buluşmuştur. Ayrıca materyalist düşünüş İbni Rüşt(Avernos) ile batıda gelişim göstermiştir.

& quot;