DİL ÜSTÜNE
Duygularımızı, düşüncelerimizi anlayarak ve anlatarak anlaşmayı sağlamak amacıyla kullandığımız sözcükler ya da işaretler toplamına dil adını veriyoruz. “Belli bir insan topluluğuna özgü sesli göstergeler dizgesi” olarak da tanımlanıyor, dil. Dil, hem üst küme olan uygarlığı ve onun alt kümesi olan kültürü etkiliyor hem de onlardan etkileniyor. Kültürü bir kuşaktan öbürüne de yetkin bir iletişin aracı olan dille aktarıyoruz. Başka hiçbir araç, dilin gücüne erişemiyor. Dört temel becerimiz olan dinleyerek ve okuyarak anlama; konuşarak ve yazarak anlatma sırasında kullandığımız araç da dilin ta kendisidir.
Hemen herkesçe bilinen bir öykü vardır. Çinli düşünür, eğitimci ve devlet adamı Konfüçyüs’e soruyorlar:
“Ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?”
Bilge, şöyle yanıtlıyor bu soruyu:
“Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.”
Dinleyenlerin şaşkınlık dolu bakışları karşısında sözlerini şöyle sürdürüyor, bilge:
“Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
İ.Ö. 552-479 yılları arasında yaşamış olan Konfüçyüs’ün bu sözlerinde dile getirdiklerini her kuşak duymalı, özümsemeli ve yaşam ilkesi durumuna getirmelidir, bence.
J. P. Sartre’ın “Dünyayı dil aracılığı ile tanıdım ve dili dünya sandım.” tümcesini de çok önemli ve anlamlı buluyorum.
Kişisel dünyamızın aydınlık yüzü olan bilincimizin düzeyini, tam olarak bildiğimiz kavramlar ile onlardan yararlanarak eksiksiz anlatabildiğimiz duygu ve düşüncelerimiz belirliyor. Davranışlarımız da duygu ve düşüncelerimize uygunluk gösteriyor.
İşte bu nedenle dildir, sözdür, deyip geçemeyiz. Böyle bir yola sapmaya görelim; bu kez anında Yunus Emre karşı çıkar, bu tutumumuza ve
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ede bir söz” diye uyarır bizi.
Dilin önemini, Konfüçyüs’ten günümüze dek pek çok kişinin vurguladığını biliyoruz. Bunun bilincinde olanlardan biri olarak da Mustafa Kemal Atatürk, gerçekleştirdiği dil devrimi ile “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşmasının” önünü açmış ve bugünkü düzeyine ulaşmasını sağlamıştır, dilimizin.
Dil üstüne ve onun doğru, yanlış kullanımı üstüne çok şey söylenmiştir bugüne dek. Bu söylemlerin tümünde, dilin iletişimde birincil etken olduğu vurgusu öne çıkmıştır. Dile egemen olduğumuz, onu doğru kullandığımız ölçüde, insanlarla sağlıklı iletişim kurabildiğimiz anlaşılmıştır.
İletişim tıkanıklıklarının büyük çoğunluğuna, saldırgan bir dil olan “sen” dilinin yol açtığı gözlemlenmiştir. Onun için bir an önce “sen” dilinin elini yakamızdan düşürmeli; onun yerine savaşı kesebilen, ağulu aşı yağ ile bal edebilen güçteki “ben” dilini kullanıma sokmalıyız. Çoluk çocuk, büyük küçük herkesin bu dili kullanmasını sağlamalıyız. Bu başarıya ulaştığımızda, pek çok gerginliğin dinginliğe; birçok çatışmanın anlaşmaya dönüştüğünü göreceğiz.
“Ben” dilinin yanı sıra bir de karşımızdaki kişi üzerinde olumlu etki yaratacak olan “beden” dilini iyi kullanmayı başardığımızda, amacımız olan anlaşmaya bir adım daha yaklaşacagız demektir.